1 Mart 2014 Cumartesi

Maria Puder'in Emsalleriyiz ya da Arzunun Karanlık Madonna'sı

Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazdığı Kürk Mantolu Madonna nicedir çok satanlar listesinden inmiyor, özellikle ilk gençlik yıllarını yaşamakta olan okurlar tarafından büyük ilgi görüyor. Öyle ki otobüslerde, metrolarda elindeki Kürk Mantolu Madonna’ya hararetle sokulmuş lise öğrencileri görmeniz işten bile değil. Peki kullandığı dil itibariyle bugünün okurunu bir parça zorlayan bu kitabı yayınlanmasının üzerinden bunca yıl geçtikten sonra bu kadar popüler yapan nedir? 

Romanın baş kişisi her ne kadar Raif Efendi olsa da kabul etmek gerekir ki bu romanın gizli öznesi Maria Puder’dir. Raif Efendi’nin çekingen yapısı, utangaçlığı hikaye boyunca neredeyse hiçbir ilerleme göstermezken Maria Puder'in kişiliği (neredeyse bir bipolar gibi) mütemadiyen zikzaklar çizer. Biz okurları da romana bağlayan Maria Puder'in bu inişli çıkışlı halidir zaten. Yazar belki de bu yüzden kendisine anlatıcı olarak Maria Puder'i değil Raif Efendi'yi seçmiş, Maria Puder'in gel-gitli ruh haline içeriden bir çözümleme yapmaktan kaçınmıştır. Bu tutum Maria Puder'i yalnız Raif Efendi'nin değil, okurun da arzusunun karanlık nesnesi haline getirmektedir.

Her ne kadar burada atıfta bulunduğum "arzunun karanlık nesnesi" kavramı adını Bunuel'in 1977 yapımı filminden alsa da bu kavramın adı konmamış geçmişi çok daha gerilere dayanmaktadır. Bunuel'in Kürk Mantolu Madonna'yı okumuş olması mümkün değil. Ancak biri edebiyatın, diğeri sinemanın en parlak akıllarından olan Ali ve Bunuel sezgisel olarak aynı kadın figürüne yöneliyor. Sabahattin Ali'nin Maria Puder'i ile Bunuel'in Conchita'sı birçok yönden benzerlik gösteriyor. Ancak ben burada Conchita'yı bir parça es geçip Maria Puder'le devam edeceğim. 
Raif Efendi Kürk Mantolu Madonna ile ilk kez tesadüfen girdiği bir resim sergisinde karşılaşır. Bu karşılaşma romanda şöyle anlatılır:

"Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkan yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı? Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı."

Bu noktada Maria Puder'i arzunun karanlık nesnesi yapan ilk unsur ortaya çıkar; gizemlilik. Maria Puder güzellik bir yana, çekici ve gizemli bir kadın olarak tarif edilmiştir. Öyle ki otoportresi onlarca resim içerisinde Raif Efendi'nin dikkatini çekmeyi başarmış, Raif Efendi'yi kendisine bağlamıştır.  Arzunun nesnesini karanlık kılan taraf tam da bu gizemdir. Tüm hikaye boyunca Maria Puder'i kendi anlattığı kadarıyla tanırız; babası yoktur, Atlantik adlı bir kulüpte keman çalıp şarkı söylemektedir, annesiyle yaşamaktadır. Başka? Başka hiçbir şey... Geriye kalan karanlık bir boşluktur ve bu boşluk da arzu ile doldurulmaya çok müsaittir. Ama gizemli olmak Madonna olmak için yeterli midir?

Tam da burada Sabahattin Ali'nin Maria Puder'e uygun gördüğü isim gidiyor devreye: Madonna. Bilindiği üzere resimde Madonna Meryem Ana'yı temsil eder ve Meryem Ana tasvirlerinde kullanılan bir kavramdır. Meryem Ana'nın Hristiyan mitolojisindeki yeri ise malum; bebek İsa'nın annesi, saflık simgesi, erişilmez bir kadın. İşte burada yakaladığımız ipin ucunu gelin bırakmayalım ve Sabahattin Ali'yle bir konuda uzlaşalım. Madonna, Meryem ya da Maria... O ulaşılmaz bir kadın. 

Ulaşılmaz olmak arzunun temel prensibidir. İnsan doğal olarak kendinde olmayanı arzulamaktadır. Serüven bu arzulanana ulaşmak ümidiyle katedilen bir yoldur. Bir nevi vuslata erme çabasıdır. Maria Puder de Raif'i hep belli bir mesafede tutarak içinde bulunduğu arzulanan konumunu korumaktadır. Çünkü vuslata ermekle arzu tatmin olur ve tatmin olan arzu da sona erer. Maria Puder ise arzulanmayı sürdürebilmek için Raif'i hep belli bir mesafede tutmaya mecburdur. 
Arzunun tatmin edilişinin romanın sonlarına denk gelmesi boşuna değildir. Fakat tatmin sözcüğü sizi yanıltmasın. Burada bahsettiğim cinsel bir tatmin değil. Zaten Maria Puder ile Raif'in cinsel yakınlığı da kitapta sözü edilen bir durum değil. Dolayısıyla romanda coşkun bir vuslat sahnesine de rastlamıyoruz. Sabahında sözü dahi edilmeyen, ancak sezebildiğimiz bir vuslat sahnesi ki bu zaten arzu nesnesi de henüz konumunu terketmiş değildir. Hatta aşkını itiraf etmekle de arzu nesnesi olmaktan çıkmaz Maria Puder. Zira bir kadının size aşık olması size teslim olduğu manasına gelmez hiçbir zaman. Maria Puder de aşık olmakla teslim olmamıştır, Raif'in olmamıştır. Henüz...

Ancak romanın bir yerinde Raif'in arzusunun tatmin edileceği romanın tekniği gereği baştan bellidir. Zira Raif'in hali arzusu tatminsiz bırakılmış bir adamın hali değildir. Tatmin edilen arzusunun yerine yenisini koyamayan bir adamın halidir. Tatmin edilemeyen arzu çoğu kez saplantı halini alır. Oysa Raif'in üstündeki daha çok bir vazgeçmişlik halidir. O halde Raif'in arzusu bir noktada tatmin edilmiş ve Maria Puder arzunun karanlık nesnesi olmaktan çıkmıştır. Bu an romanın sonlarında Maria Puder ve Raif'in ayrılık sahnesine tekabül eder. Bu sahne romanda şöyledir:

"Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim." dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilave etti:
"Nereye çağırırsan gelirim."

İşte Maria Puder'i arzunun karanlık nesnesi olmaktan çıkaran an bu andır, Raif için gerçek bir vuslat anı. Çünkü Raif'in arzusu tatmin olmuştur. Raif'in arzusu özde Maria Puder'e sahip olmaktır ve bu sahip oluş Maria Puder'le sevişmekle değil, Maria Puder'i teslim almakla mümkündür. Maria Puder Raif ne zaman çağırırsa gelecektir. Nereye çağırsa gelecektir. Maria Puder teslim olmuş ve arzunun karanlık nesnesi kendi kendini ortadan kaldırmıştır. 

Bu yazıyı bitirmeden açıklamak istediğim son bir husus var ki o da "Maria Puder'in Emsalleriyiz." derken neyi kastettiğim. Bu noktada minder dışına kaçıyor ve topu Maria Puder'e atıyorum. O hepimizin yerine birkaç güzel laf etmiş:
"Bunun için muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. Ama sahiden bir erkek... Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek... Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek... Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek..."

İşte o kadar...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder