18 Mart 2014 Salı

Bir Delinin Anatomisi

Bir insanın neden delirdiğine dair binlerce neden sayılabilir ama insan nasıl delirir? Birdenbire mi? Bir şimşek gibi çakan bir şey midir delilik? Etrafımızı yavaş yavaş saran, karanlık bir boşluk mudur yoksa? Sahi, delilik nedir?

Hatıralar neden yapılmıştır ki bu kadar uçucudur? Bu yüzden mi kayıt altına almadan duramayız onları? Hatırlayınca mı kaydederiz onları? Unutmamak için mi? Ya da ileride hatırlamamıza yardımcı olmalarını mı umarız?


Gogol’ün Delinin Hatıra Defteri adlı uzun öyküsünü ilk okuduğumda 11 yaşındaydım. Babamın kitaplığından geriye kalmayı başarmış birkaç kitaptan biriydi. Vişne çürüğü renkte bir kapağın üzerinde siyah harflerle “Bir Delinin Hatıra Defteri” yazardı, o kadar. Benim çocuk edebiyatından yetişkin edebiyatına geçişimin ayak sesleriydi bir bakıma. Gogol’ün üslubundaki ince ironi beni mest etmişti o zamanlar. Düpedüz komik adamdı bu Gogol! Aksenti İvanoviç denen deli de ondan aşağı kalmazdı hani.

Bu akşam bu eski dostum Devlet Tiyatrosu Üsküdar Tekel Sahnesi’ndeydi. Oldukça maceralı bir biçimde edindiğimiz biletlerimiz cebimizde, soluğu sahnede aldık. Sahnenin ortasında dev bir vinç, vincin demir sepetinden sarkan bir ayak, her yan duman. Kapılar kapanıyor, haydi oyun başlasın!

Erdal Beşikçioğlu’nun ününe yaraşır bir oyunculuk yeteneği olduğu apaçık. Beylik bir laf vardır. “Oyuncunun enstrümanı bedenidir.” denir. Erdal Beşikçioğlu’nun bu enstrümanın virtüözü olduğunu söylesek herhalde yanlış olmaz. Bir saat on beş dakikalık oyun süresi boyunca vincin üzerinde ayak basmadık yer bırakmayan ve vücudunu olabilecek en üst performansta kullanan çelimsiz görünüşlü bu adam bu kas yapısını neresinde saklamış bugüne dek!

Ancak Erdal Beşikçioğlu’nun bu takdire şayan oyunculuk becerisine rağmen oyunun ilk 20 dakikasının benim için oldukça zorlayıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Erdal Beşikçioğlu’nu daha evvel sinemada ve televizyonda izlemiştim ama hiç sahnede izleme fırsatım olmamıştı. Sinemadaki gerçeklikle tiyatrodaki gerçeklik bambaşka şeyler olduğu için açıkçası karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum. Ve izlemekte olduğum oyuna yoğunlaşmama engel olan, beni huzursuz eden bir şey vardı. Yavaş yavaş bu şeyin ne olduğunu çözmeye başladım. Sahnede adım adım delirmekte olan bir adam yoktu. Zaten delirmiş bir adam vardı. Üstelik metnin kurgusuna baktığımızda göreceğimiz üzere bugünden geriye bakılarak anlatılan bir öykü değildi bu, aksine bir güncenin ruhuna uygun olarak neredeyse günü gününe kaydediliyordu. 

Bana sorarsanız bu durum Aksenti İvanoviç’in deliliğinin yükselen bir seyir izlemesini zorunlu kılıyor. Mevcut reji dahilinde de elbette yükselen bir çizgi takip ediliyor ama başlangıç noktası yükseklerde bir yerde seçildiği için seyrin yükselişi dar bir aralığa sıkışmış durumda. Dolayısıyla oyunun ilk yarısında seyirci bu yüksek başlangıç çizgisinden başlayan oyuncuya yetişmek için adeta koşmak zorunda kalıyor. Seyirci oyuncuya yetiştiği noktada öyle hızlı yükselmiş oluyor ki bu kez de oyuncudan kendi hızına yaraşır bir yükseliş beklemeye başlıyor.

Bu en azından benim için böyle oldu. Delirmekte olan bir adamın hikayesini beklerken delirmiş bir adamın hikayesiyle karşılaştım ve karakterin deliliğine eşlik etmek için tutturduğum tempo oyunun geri kalanına fazla geldi. Bir öykü ile tiyatro oyunu arasındaki farkları kabul etmek gerekir elbette. Öyküyü okuyan ben yazar Gogol’ün birinci dereceden muhatabıyımdır. Ancak oyunu izleyen ben ancak Gogol’ün birden fazla yorumcusuyla muhatabımdır. Kısaca okurluk peygamberlik mertebesiyse izleyicilik müminlik seviyesidir denebilir bu ilişki dahilinde. Bu iki makamda da bulunmuş biri olarak bana sorarsanız köpeklerin konuştuğuna inanan bir adamın deliliğiyle kendini İspanya Kralı sanan bir adamın deliliği arasında mutlak bir dozaj farkı vardır.

Gogol’ün manik-depresif kişilik bozukluğu kavramını bilme ihtimali yok ancak böyle bir karakteri sezgileri yoluyla bulması çok mümkün. Bu yüzden de amirinin kızına duyduğu karşılıksız ve imkansız aşkla son derece depresif bir planda başlayan Aksenti İvanoviç’in önce kendini İspanya Kralı sanmaya kadar varan bir manik evre izleyen, hikayenin finaline doğru tekrar depresif bir evreye giren ve yalnız ve yalnız son cümlesiyle tekrar manik bir evreye göz kırpan hikayesinin birtakım keskin dönemeçler içermesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak mevcut reji içerisinde bu dönemeçlerin oldukça silik olduğunu söyleyebilir. Çoğunlukla manik bir adam var sahnede.

Fakat eninde sonunda bir metnin muhataplarının sayısı kadar farklı yorumu olduğunu da kabul etmek zorundayız. Benim 11 yaşında tanıştığım eski arkadaşıma kendimce getirdiğim yorum Cem Emüler ve Erdal Beşikçioğlu’nun yorumuyla pek benzeşmiyordu, hepsi o.

Sonuç itibariyle mevcut sanat ortamımızın ortalamasının çok üstünde bir oyunculuk ve sahne/ışık tasarımı içeren keyifli bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ancak bu yazıya son vermeden evvel söylemek istediğim son bir şey var: Her ne kadar kendimi çocuklara Noel Baba’nın gerçekte var olmadığını söyleyen biri gibi hissetsem de gözlemlerin doğrultusunda belirtmek zorundayım; sahnedeki adam Behzat Amir değil, Erdal Beşikçioğlu.
Sevgiler,
E.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder