Moda Sahnesi'ndeyiz. Çay iyice demini almış, çok lezzetli. Fonda çok güzel müzikler çalmakta ki bu müzikleri gişede bize biletimizi veren Barış Yaman'a borçluyuz. Çayımız bitti, son sigaralar içildi. Merdivenlerden aşağı iniyoruz. Benim acilen tuvalete gitmem gerek. (Hayattaki en büyük fobilerimden birinin de ellerimi sabunladıktan sonra otomatik muslukların beni görmezden gelmesi olduğunu biliyor muydunuz?)
İşte salona girdik. Sahnede iki salıncak ve bir adam var. Adamın sizde yarattığı ilk his sempati. Evet, apaçık sempati duyuyorsunuz bu adama. Bilmeyenleriniz için bu adam Erdem Şenocak, aynı zamanda birazdan yaşayacağınız iki buçuk saatlik deneyimin müsebbibi.
Ve oyun başlıyor. Karşımızda meşhur bir romanı oyunlaştırmaya çalışan bir oyuncu yok, adeta romanın içinden fırlamış harflerle ve noktalama işaretleriyle bezeli bir karakter var. Hüsamettin Albay Hikmet Benol'un Öteki Ben'iyse Hikmet Benol da Oğuz Atay'ın gayrimeşru ikizidir. Ama elbette bunu bize bizzat söyleyecek değil. Ben olsam ben de söylemem, ne yalan söyleyeyim! Hatta kendime bile söylemem, zira pek ağzı sıkı biri değilimdir. Oğuz Atay da söylememiş nitekim. Kendine bile söylememiş, bunu günlüklerinden anlıyoruz biraz. Çünkü günlüğünde hep tasarılarından bahseder Atay ama sonunda ortaya çıkan metin kontrollü bir tasarımın değil, kontrollü bir deliliğin ürünüdür. Fakat burada konumuz roman değil oyun olduğu için bu konudaki görüşlerimi ileri bir yazıya erteliyor ve konumuza kesin bir dönüş yapıyorum.
Sene 1970. 25 Nisan günü. Erdem'in doğmasına henüz dokuz sene varken bugünlerin geleceği Oğuz Atay'a malum oluyor ve kendisi yeni tutmaya başladığı günlüğüne şu satırları düşüyor.
" Sevin "Artık meseleni sanat haline getirdin." dedi. Doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi. "
Retorik bir soru olduğunun farkındayım ama benim cevabım evet. Çünkü Erdem Şenocak herhangi birini olanca varlığı ve gücüyle ezmeye muktedir bir sanat eseriyle yaşıyor işte sahnede; sevgilisi gibi, arkadaşı gibi, albayı gibi... Ve her şeyden önemlisi çoğunluğun düştüğü bir yanılgıya düşmüyor Erdem Şenocak; Hikmet'in hastalıklı aklını durumunu trajik bir noktadan anlatmıyor bize. Depresif, buğulu gözleri uzaklara dalan, karizmatik bir ses tonuyla " Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor!" diyen bir Hikmet sunmuyor. Sahnede tam da olması gerektiği gibi bir Hikmet var; kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, kendine bile yaranamayan... Kimi zamanlar sümük kıvamında bir adam. Oyunlarda asla başrol oynayamayan, ancak başkalarının cümlelerini tamamlayan ve yarım bırakmak zorunda kaldığı cümleleri başkaları tarafından tamamlanan mükemmel bir kaybeden. Sevgi'yi kaybeden, Bilge'yi kaybeden, annesini kaybeden... Sahip olup olabildikleri biricik albayı Hüsamettin başta olmak üzere bir gecekondu mahallesinden ibaret olan Hikmet. Gecekondularla sıkıştırılmış ahşap bir ev Hikmet. Güçlükle ayakta duruyor ve henüz yıkılmamış olması oldukça sıkışık bir vaziyette oluşundan.
Oyunculuk mevzusuna gelecek olursak; Stanislavski metodu hiçbir zaman takipçisi ya da destekçisi olduğum bir yöntem olmadı. Ama Stanislavski'nin bir sözü vardır ki bence Türkiye'nin tiyatro ortamında birçok oyuncu arkadaşımız bu söz ile damgalanmalı: Sanatta kendinizi değil, kendinizde sanatı seviniz! Erdem Şenocak'ın temelde Grotovski'den etkilendiği ve öğrendiği açık. Fakat aynı zamanda Stanislavski'nin bu sözünün de yaşayan bir temsili gibi. Onu bunca güzel, bunca sevilesi yapan şeylerden biri de bu sanırım. Erdem oynarken kafasının içinde kendini izlemiyor, güzel ya da çirkin görünmesiyle ilgilenmiyor, seyircilerin kendisini izlemekte olduğunu düşünmüyor, Erdem sadece oynuyor. Ve bana geçen hissi odur ki Erdem de sadece oynamak istiyor! Öyle ki onu izleyen birçok oyuncunun onun yerinde olmayı dilediğinden neredeyse eminim.
Grotovski'den söz açmışken; sahnede bütün ekipmanı iki salıncaktan ve kendi bedeninden mütevellitken iki buçuk saatin tek bir anında dahi seyircinin dağılmasına izin vermeyen Erdem Şenocak beni dehşete düşürdü. Salıncakları kimi zaman mini etekli kadınlar, kimi zaman dolmuş, kimi zaman üzerinde çay taşınan bir tepsi oluyor. Ve sahnede bütün davetlileri Erdem'in uvuzlarından oluşan uzun bir yemek masası kurulabiliyor. Bu yetkinliğin karşısında ancak takdirlerimi belirtebiliyor ve bununla yetiniyorum.
Uzuuun lafın kısa haliyle; çok uzun bir zamandır kimseyi ayakta alkışlama ihtiyacı hissetmemiştim. Uzun zamandır ödeneklisi, ödeneksizi derken üst üste birçok kötü oyun seyretmiş biri olarak Tehlikeli Oyunlar bana ilaç gibi geldi diyebilirim. Ve sevgili Erdem; günün birinde orta boylu, kısa saçlı bir kadın durduk yere gelip sana sarılırsa bil ki o benim.
Not: Tehlikeli Oyunlar başta olmak üzere Seyyar Sahne'nin tüm oyunları hakkında http://www.seyyarsahne.com/ adresinden bilgi alınabilir ve oyun tarihleri takip edilebilir.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder