Bir insanın neden delirdiğine dair binlerce neden
sayılabilir ama insan nasıl delirir? Birdenbire mi? Bir şimşek gibi çakan bir
şey midir delilik? Etrafımızı yavaş yavaş saran, karanlık bir boşluk
mudur yoksa? Sahi, delilik nedir?
Hatıralar neden yapılmıştır ki bu kadar uçucudur?
Bu yüzden mi kayıt altına almadan duramayız onları? Hatırlayınca mı kaydederiz
onları? Unutmamak için mi? Ya da ileride hatırlamamıza yardımcı olmalarını mı
umarız?
Gogol’ün Delinin Hatıra Defteri adlı uzun
öyküsünü ilk okuduğumda 11 yaşındaydım. Babamın kitaplığından geriye kalmayı
başarmış birkaç kitaptan biriydi. Vişne çürüğü renkte bir kapağın üzerinde
siyah harflerle “Bir Delinin Hatıra Defteri” yazardı, o kadar. Benim çocuk
edebiyatından yetişkin edebiyatına geçişimin ayak sesleriydi bir bakıma. Gogol’ün
üslubundaki ince ironi beni mest etmişti o zamanlar. Düpedüz komik adamdı bu
Gogol! Aksenti İvanoviç denen deli de ondan aşağı kalmazdı hani.
Bu akşam bu eski dostum Devlet Tiyatrosu Üsküdar
Tekel Sahnesi’ndeydi. Oldukça maceralı bir biçimde edindiğimiz biletlerimiz
cebimizde, soluğu sahnede aldık. Sahnenin ortasında dev bir vinç, vincin demir
sepetinden sarkan bir ayak, her yan duman. Kapılar kapanıyor, haydi oyun
başlasın!
Erdal Beşikçioğlu’nun ününe yaraşır bir oyunculuk
yeteneği olduğu apaçık. Beylik bir laf vardır. “Oyuncunun enstrümanı bedenidir.”
denir. Erdal Beşikçioğlu’nun bu enstrümanın virtüözü olduğunu söylesek herhalde
yanlış olmaz. Bir saat on beş dakikalık oyun süresi boyunca vincin üzerinde
ayak basmadık yer bırakmayan ve vücudunu olabilecek en üst performansta
kullanan çelimsiz görünüşlü bu adam bu kas yapısını neresinde saklamış bugüne
dek!
Ancak Erdal Beşikçioğlu’nun bu takdire şayan
oyunculuk becerisine rağmen oyunun ilk 20 dakikasının benim için oldukça
zorlayıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Erdal Beşikçioğlu’nu daha evvel sinemada
ve televizyonda izlemiştim ama hiç sahnede izleme fırsatım olmamıştı. Sinemadaki
gerçeklikle tiyatrodaki gerçeklik bambaşka şeyler olduğu için açıkçası
karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum. Ve izlemekte olduğum oyuna
yoğunlaşmama engel olan, beni huzursuz eden bir şey vardı. Yavaş yavaş bu şeyin
ne olduğunu çözmeye başladım. Sahnede adım adım delirmekte olan bir adam yoktu.
Zaten delirmiş bir adam vardı. Üstelik metnin kurgusuna baktığımızda
göreceğimiz üzere bugünden geriye bakılarak anlatılan bir öykü değildi bu,
aksine bir güncenin ruhuna uygun olarak neredeyse günü gününe kaydediliyordu.
Bana sorarsanız bu durum Aksenti İvanoviç’in deliliğinin yükselen bir seyir
izlemesini zorunlu kılıyor. Mevcut reji dahilinde de elbette yükselen bir çizgi
takip ediliyor ama başlangıç noktası yükseklerde bir yerde seçildiği için
seyrin yükselişi dar bir aralığa sıkışmış durumda. Dolayısıyla oyunun ilk
yarısında seyirci bu yüksek başlangıç çizgisinden başlayan oyuncuya yetişmek için
adeta koşmak zorunda kalıyor. Seyirci oyuncuya yetiştiği noktada öyle hızlı
yükselmiş oluyor ki bu kez de oyuncudan kendi hızına yaraşır bir yükseliş
beklemeye başlıyor.
Bu en azından benim için böyle oldu. Delirmekte
olan bir adamın hikayesini beklerken delirmiş bir adamın hikayesiyle
karşılaştım ve karakterin deliliğine eşlik etmek için tutturduğum tempo oyunun
geri kalanına fazla geldi. Bir öykü ile tiyatro oyunu arasındaki farkları kabul
etmek gerekir elbette. Öyküyü okuyan ben yazar Gogol’ün birinci dereceden muhatabıyımdır.
Ancak oyunu izleyen ben ancak Gogol’ün birden fazla yorumcusuyla muhatabımdır.
Kısaca okurluk peygamberlik mertebesiyse izleyicilik müminlik seviyesidir
denebilir bu ilişki dahilinde. Bu iki makamda da bulunmuş biri olarak bana
sorarsanız köpeklerin konuştuğuna inanan bir adamın deliliğiyle kendini İspanya
Kralı sanan bir adamın deliliği arasında mutlak bir dozaj farkı vardır.
Gogol’ün
manik-depresif kişilik bozukluğu kavramını bilme ihtimali yok ancak böyle bir
karakteri sezgileri yoluyla bulması çok mümkün. Bu yüzden de amirinin kızına
duyduğu karşılıksız ve imkansız aşkla son derece depresif bir planda başlayan Aksenti
İvanoviç’in önce kendini İspanya Kralı sanmaya kadar varan bir manik evre
izleyen, hikayenin finaline doğru tekrar depresif bir evreye giren ve yalnız ve
yalnız son cümlesiyle tekrar manik bir evreye göz kırpan hikayesinin birtakım
keskin dönemeçler içermesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak mevcut reji
içerisinde bu dönemeçlerin oldukça silik olduğunu söyleyebilir. Çoğunlukla
manik bir adam var sahnede.
Fakat eninde sonunda bir metnin muhataplarının
sayısı kadar farklı yorumu olduğunu da kabul etmek zorundayız. Benim 11 yaşında
tanıştığım eski arkadaşıma kendimce getirdiğim yorum Cem Emüler ve Erdal
Beşikçioğlu’nun yorumuyla pek benzeşmiyordu, hepsi o.
Sonuç itibariyle mevcut sanat ortamımızın
ortalamasının çok üstünde bir oyunculuk ve sahne/ışık tasarımı içeren keyifli
bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ancak bu yazıya son
vermeden evvel söylemek istediğim son bir şey var: Her ne kadar kendimi
çocuklara Noel Baba’nın gerçekte var olmadığını söyleyen biri gibi hissetsem de
gözlemlerin doğrultusunda belirtmek zorundayım; sahnedeki adam Behzat Amir
değil, Erdal Beşikçioğlu.
Sevgiler,
E.


























.jpg)