18 Mart 2014 Salı

Bir Delinin Anatomisi

Bir insanın neden delirdiğine dair binlerce neden sayılabilir ama insan nasıl delirir? Birdenbire mi? Bir şimşek gibi çakan bir şey midir delilik? Etrafımızı yavaş yavaş saran, karanlık bir boşluk mudur yoksa? Sahi, delilik nedir?

Hatıralar neden yapılmıştır ki bu kadar uçucudur? Bu yüzden mi kayıt altına almadan duramayız onları? Hatırlayınca mı kaydederiz onları? Unutmamak için mi? Ya da ileride hatırlamamıza yardımcı olmalarını mı umarız?


Gogol’ün Delinin Hatıra Defteri adlı uzun öyküsünü ilk okuduğumda 11 yaşındaydım. Babamın kitaplığından geriye kalmayı başarmış birkaç kitaptan biriydi. Vişne çürüğü renkte bir kapağın üzerinde siyah harflerle “Bir Delinin Hatıra Defteri” yazardı, o kadar. Benim çocuk edebiyatından yetişkin edebiyatına geçişimin ayak sesleriydi bir bakıma. Gogol’ün üslubundaki ince ironi beni mest etmişti o zamanlar. Düpedüz komik adamdı bu Gogol! Aksenti İvanoviç denen deli de ondan aşağı kalmazdı hani.

Bu akşam bu eski dostum Devlet Tiyatrosu Üsküdar Tekel Sahnesi’ndeydi. Oldukça maceralı bir biçimde edindiğimiz biletlerimiz cebimizde, soluğu sahnede aldık. Sahnenin ortasında dev bir vinç, vincin demir sepetinden sarkan bir ayak, her yan duman. Kapılar kapanıyor, haydi oyun başlasın!

Erdal Beşikçioğlu’nun ününe yaraşır bir oyunculuk yeteneği olduğu apaçık. Beylik bir laf vardır. “Oyuncunun enstrümanı bedenidir.” denir. Erdal Beşikçioğlu’nun bu enstrümanın virtüözü olduğunu söylesek herhalde yanlış olmaz. Bir saat on beş dakikalık oyun süresi boyunca vincin üzerinde ayak basmadık yer bırakmayan ve vücudunu olabilecek en üst performansta kullanan çelimsiz görünüşlü bu adam bu kas yapısını neresinde saklamış bugüne dek!

Ancak Erdal Beşikçioğlu’nun bu takdire şayan oyunculuk becerisine rağmen oyunun ilk 20 dakikasının benim için oldukça zorlayıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Erdal Beşikçioğlu’nu daha evvel sinemada ve televizyonda izlemiştim ama hiç sahnede izleme fırsatım olmamıştı. Sinemadaki gerçeklikle tiyatrodaki gerçeklik bambaşka şeyler olduğu için açıkçası karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum. Ve izlemekte olduğum oyuna yoğunlaşmama engel olan, beni huzursuz eden bir şey vardı. Yavaş yavaş bu şeyin ne olduğunu çözmeye başladım. Sahnede adım adım delirmekte olan bir adam yoktu. Zaten delirmiş bir adam vardı. Üstelik metnin kurgusuna baktığımızda göreceğimiz üzere bugünden geriye bakılarak anlatılan bir öykü değildi bu, aksine bir güncenin ruhuna uygun olarak neredeyse günü gününe kaydediliyordu. 

Bana sorarsanız bu durum Aksenti İvanoviç’in deliliğinin yükselen bir seyir izlemesini zorunlu kılıyor. Mevcut reji dahilinde de elbette yükselen bir çizgi takip ediliyor ama başlangıç noktası yükseklerde bir yerde seçildiği için seyrin yükselişi dar bir aralığa sıkışmış durumda. Dolayısıyla oyunun ilk yarısında seyirci bu yüksek başlangıç çizgisinden başlayan oyuncuya yetişmek için adeta koşmak zorunda kalıyor. Seyirci oyuncuya yetiştiği noktada öyle hızlı yükselmiş oluyor ki bu kez de oyuncudan kendi hızına yaraşır bir yükseliş beklemeye başlıyor.

Bu en azından benim için böyle oldu. Delirmekte olan bir adamın hikayesini beklerken delirmiş bir adamın hikayesiyle karşılaştım ve karakterin deliliğine eşlik etmek için tutturduğum tempo oyunun geri kalanına fazla geldi. Bir öykü ile tiyatro oyunu arasındaki farkları kabul etmek gerekir elbette. Öyküyü okuyan ben yazar Gogol’ün birinci dereceden muhatabıyımdır. Ancak oyunu izleyen ben ancak Gogol’ün birden fazla yorumcusuyla muhatabımdır. Kısaca okurluk peygamberlik mertebesiyse izleyicilik müminlik seviyesidir denebilir bu ilişki dahilinde. Bu iki makamda da bulunmuş biri olarak bana sorarsanız köpeklerin konuştuğuna inanan bir adamın deliliğiyle kendini İspanya Kralı sanan bir adamın deliliği arasında mutlak bir dozaj farkı vardır.

Gogol’ün manik-depresif kişilik bozukluğu kavramını bilme ihtimali yok ancak böyle bir karakteri sezgileri yoluyla bulması çok mümkün. Bu yüzden de amirinin kızına duyduğu karşılıksız ve imkansız aşkla son derece depresif bir planda başlayan Aksenti İvanoviç’in önce kendini İspanya Kralı sanmaya kadar varan bir manik evre izleyen, hikayenin finaline doğru tekrar depresif bir evreye giren ve yalnız ve yalnız son cümlesiyle tekrar manik bir evreye göz kırpan hikayesinin birtakım keskin dönemeçler içermesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak mevcut reji içerisinde bu dönemeçlerin oldukça silik olduğunu söyleyebilir. Çoğunlukla manik bir adam var sahnede.

Fakat eninde sonunda bir metnin muhataplarının sayısı kadar farklı yorumu olduğunu da kabul etmek zorundayız. Benim 11 yaşında tanıştığım eski arkadaşıma kendimce getirdiğim yorum Cem Emüler ve Erdal Beşikçioğlu’nun yorumuyla pek benzeşmiyordu, hepsi o.

Sonuç itibariyle mevcut sanat ortamımızın ortalamasının çok üstünde bir oyunculuk ve sahne/ışık tasarımı içeren keyifli bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ancak bu yazıya son vermeden evvel söylemek istediğim son bir şey var: Her ne kadar kendimi çocuklara Noel Baba’nın gerçekte var olmadığını söyleyen biri gibi hissetsem de gözlemlerin doğrultusunda belirtmek zorundayım; sahnedeki adam Behzat Amir değil, Erdal Beşikçioğlu.
Sevgiler,
E.

11 Mart 2014 Salı

Ölü Kahramanlar Ülkesi

Kalplerimiz birer yumruk gibi sıkılı. Ne yapsak gevşetemiyoruz. Berkin’e umudun çocuğu derken ne kadar haklılarmış meğer!  Sen gittin, umudumuz da gitti Berkin. Bugün bütün camların buğusuna senin adını yazdım, biliyor musun?

Ah Berkin, sen evine omuzlar üzerinde mi dönecektin benim kara gözlü kardeşim! Senin evine kucaklarda dönmen gerekirdi halbuki.  Ah Berkin, ah anasının kuzusu, seni yaşatamadık. Bizi affet. Yüzün şimdi her yerde, baktığımız her yerde seni görüyoruz. Ah Berkin, sana “Adalet yerini bulacak.” diyebilmeyi ne çok isterdim! Ama bu ülkede bir neslin katili çıktı da mahkemeye ne oldu? Yaşı senden hepi topu 1-2 yaş büyük Erdal’ın fotoğrafına gösterdiler de “ Bu kim? Tanımam!” dedi. Belki senin katillerin de yüzünü unutur ama ya biz? Ya annen? 

Sabahtan beri “Berkin Elvan Ölümsüzdür” deyip duruyor birileri. Bu elbette kötü bir cümle değil ama ben diyemiyorum işte, kalbim sıkışıyor. Sanki annen karşıma dikilip de “Sen onu bir de bana sor             !” diyecek gibi geliyor. Sonra Ali İsmail’in annesinin sözleri geliyor aklıma. “Bana ağlama, oğlun kahraman oldu diyorlar. Kahraman olmasaydı da yaşasaydı. O daha çocuktu!”

Bu ülke ölü kahramanların ülkesi Berkin, bu ülke evlatlarını yaşatmasını bilmiyor. Bu ülkede çocuklar en çok devlet dersinde ölüyor.

Kafamda o cümle çınlayıp duruyor.

O daha çocuktu!


Daha çocuktu!
Bu şarkı eşlik etsin bu gece yolculuğuna kara gözlü kardeşim. Bari gittiğin yerde iyi misin?

10 Mart 2014 Pazartesi

Takip Edilesi Bir Blog

Merhaba!

Güzel arkadaşlarımdan biri olan Perzona'nın çoğunlukla sinema yazıları yazdığı blogunu takip etmenizi tavsiye ederim!

cinezo.blogspot.com


6 Mart 2014 Perşembe

Aklım Albayım, Bana Oyunlar Oynuyor. Tehlikeli Oyunlar...

Moda Sahnesi'ndeyiz. Çay iyice demini almış, çok lezzetli. Fonda çok güzel müzikler çalmakta ki bu müzikleri gişede bize biletimizi veren Barış Yaman'a borçluyuz. Çayımız bitti, son sigaralar içildi. Merdivenlerden aşağı iniyoruz. Benim acilen tuvalete gitmem gerek. (Hayattaki en büyük fobilerimden birinin de ellerimi sabunladıktan sonra otomatik muslukların beni görmezden gelmesi olduğunu biliyor muydunuz?)

İşte salona girdik. Sahnede iki salıncak ve bir adam var. Adamın sizde yarattığı ilk his sempati. Evet, apaçık sempati duyuyorsunuz bu adama. Bilmeyenleriniz için bu adam Erdem Şenocak, aynı zamanda birazdan yaşayacağınız iki buçuk saatlik deneyimin müsebbibi.


Ve oyun başlıyor. Karşımızda meşhur bir romanı oyunlaştırmaya çalışan bir oyuncu yok, adeta romanın içinden fırlamış harflerle ve noktalama işaretleriyle bezeli bir karakter var. Hüsamettin Albay Hikmet Benol'un Öteki Ben'iyse Hikmet Benol da Oğuz Atay'ın gayrimeşru ikizidir. Ama elbette bunu bize bizzat söyleyecek değil. Ben olsam ben de söylemem, ne yalan söyleyeyim! Hatta kendime bile söylemem, zira pek ağzı sıkı biri değilimdir. Oğuz Atay da söylememiş nitekim. Kendine bile söylememiş, bunu günlüklerinden anlıyoruz biraz. Çünkü günlüğünde hep tasarılarından bahseder Atay ama sonunda ortaya çıkan metin kontrollü bir tasarımın değil, kontrollü bir deliliğin ürünüdür. Fakat burada konumuz roman değil oyun olduğu için bu konudaki görüşlerimi ileri bir yazıya erteliyor ve konumuza kesin bir dönüş yapıyorum.

Sene 1970. 25 Nisan günü. Erdem'in doğmasına henüz dokuz sene varken bugünlerin geleceği Oğuz Atay'a malum oluyor ve kendisi yeni tutmaya başladığı günlüğüne şu satırları düşüyor.
"   Sevin "Artık meseleni sanat haline getirdin." dedi. Doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi.   "
Retorik bir soru olduğunun farkındayım ama benim cevabım evet. Çünkü Erdem Şenocak herhangi birini olanca varlığı ve gücüyle ezmeye muktedir bir sanat eseriyle yaşıyor işte sahnede; sevgilisi gibi, arkadaşı gibi, albayı gibi... Ve her şeyden önemlisi çoğunluğun düştüğü bir yanılgıya düşmüyor Erdem Şenocak; Hikmet'in hastalıklı aklını durumunu trajik bir noktadan anlatmıyor bize. Depresif, buğulu gözleri uzaklara dalan, karizmatik bir ses tonuyla " Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor!" diyen bir Hikmet sunmuyor. Sahnede tam da olması gerektiği gibi bir Hikmet var; kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, kendine  bile yaranamayan... Kimi zamanlar sümük kıvamında bir adam. Oyunlarda asla başrol oynayamayan, ancak başkalarının cümlelerini tamamlayan ve yarım bırakmak zorunda kaldığı cümleleri başkaları tarafından tamamlanan mükemmel bir kaybeden. Sevgi'yi kaybeden, Bilge'yi kaybeden, annesini kaybeden... Sahip olup olabildikleri biricik albayı Hüsamettin başta olmak üzere bir gecekondu mahallesinden ibaret olan Hikmet. Gecekondularla sıkıştırılmış ahşap bir ev Hikmet. Güçlükle ayakta duruyor ve henüz yıkılmamış olması oldukça sıkışık bir vaziyette oluşundan. 


Oyunculuk mevzusuna gelecek olursak; Stanislavski metodu hiçbir zaman takipçisi ya da destekçisi olduğum bir yöntem olmadı. Ama Stanislavski'nin bir sözü vardır ki bence Türkiye'nin tiyatro ortamında birçok oyuncu arkadaşımız bu söz ile damgalanmalı: Sanatta kendinizi değil, kendinizde sanatı seviniz! Erdem Şenocak'ın temelde Grotovski'den etkilendiği ve öğrendiği açık. Fakat aynı zamanda Stanislavski'nin bu sözünün de yaşayan bir temsili gibi. Onu bunca güzel, bunca sevilesi yapan şeylerden biri de bu sanırım. Erdem oynarken kafasının içinde kendini izlemiyor, güzel ya da çirkin görünmesiyle ilgilenmiyor, seyircilerin kendisini izlemekte olduğunu düşünmüyor, Erdem sadece oynuyor. Ve bana geçen hissi odur ki Erdem de sadece oynamak istiyor! Öyle ki onu izleyen birçok oyuncunun onun yerinde olmayı dilediğinden neredeyse eminim. 

Grotovski'den söz açmışken; sahnede bütün ekipmanı iki salıncaktan ve kendi bedeninden mütevellitken iki buçuk saatin tek bir anında dahi seyircinin dağılmasına izin vermeyen Erdem Şenocak beni dehşete düşürdü. Salıncakları kimi zaman mini etekli kadınlar, kimi zaman dolmuş, kimi zaman üzerinde çay taşınan bir tepsi oluyor. Ve sahnede bütün davetlileri Erdem'in uvuzlarından oluşan uzun bir yemek masası kurulabiliyor. Bu yetkinliğin karşısında ancak takdirlerimi belirtebiliyor ve bununla yetiniyorum.

Uzuuun lafın kısa haliyle; çok uzun bir zamandır kimseyi ayakta alkışlama ihtiyacı hissetmemiştim. Uzun zamandır ödeneklisi, ödeneksizi derken üst üste birçok kötü oyun seyretmiş biri olarak Tehlikeli Oyunlar bana ilaç gibi geldi diyebilirim. Ve sevgili Erdem; günün birinde orta boylu, kısa saçlı bir kadın durduk yere gelip sana sarılırsa bil ki o benim. 

Not: Tehlikeli Oyunlar başta olmak üzere Seyyar Sahne'nin tüm oyunları hakkında  http://www.seyyarsahne.com/ adresinden bilgi alınabilir ve oyun tarihleri takip edilebilir.



Arzunun O Karanlık Nesnesi

Arzunun nesnesini karanlık yapan nedir? Peki o karanlık nesneyi arzu nesnesi yapan? İki sorunun da cevabı aynı aslında ve Dirty Dancing bu iki soru üzerine kurulu.
Siz liseyi yeni bitirmiş, adeta gözü açılmamış sığırcık yavrusu misali bir “bebek” olsanız ve enine boyuna, döneminin standartları içinde Allah’ın özenerek yarattığı bir kul olan Patrick Swayze’yle yüz yüze gelseniz ne hissederdiniz? Vallahi ne hissederdiniz ben bilemem de, nerenizde hissedeceğiniz konusunda hemfikiriz ve oranın kalbiniz olmadığını da biliyoruz bence. Neyse!
Arzunun nesnesi neden karanlıktır? Ve bu karanlık nesneyi nedir arzu edilir kılan? Cevap basit aslında; belirsiz oluşu. Evet, arzumuzun o karanlık nesnesi çoğunlukla belirsizdir ve biz her daim çok az bilgiye sahibizdir onun hakkında. 

Kendinizi bir an Baby yerine koyun. Ne biliyorsunuz bu , tövbe estağfurullah, Yunan tanrıları arasından kopup gelmişe benzeyen genç adam hakkında? Hmm… Adı Johnny. Dans öğretmeni. Başka? Karanlık bir boşluk. Arzu dolu bir boşluk. Ah o boşluk! Doldurulası boşluk! 
Ne devlet kayıtlarında Francis Houseman olarak kayıtlı olan kızımızın filmin başından itibaren Baby olarak anılması bir tesadüfün eseridir, ne kızımızın asıl isminin ilk sevişmenin hemen ardından sorulması ne de bu ismin kamuya ilanının filmin sonuna saklanması! Zira Dirty Dancing bir yanıyla da Baby’nin bu güçlü erkek figürü karşısında verdiği kadınlık savaşının öyküsüdür. Tanış(tırıl)dıkları sahnede Baby basmadan elbisesi ve keten pabuçlarıyla küçük bir kız çocuğundan farksızdır bizim ve Johnny’nin gözünde. İlk dans edişleri bile öğretici bir havadadır. Öyle ki Baby kendini kaptırdığı anda arzunun o karanlık nesnesi çoktan kayıplara karışmıştır ve Baby o yazdan gerçek bir kadın olarak çıkmaya mahkumdur çoktan.
Film boyu arzumuzun o karanlık nesnesi yaklaşır, büyür, dost olur, korkutucu olur, seksi olur, sevgili olur. Ama asla bilinir olmaz. Bilinir olmak onun ruhuna aykırıdır. Bu sayede ki ona anlamlar yüklememiz kolaylaşır ve arzumuzun karanlık nesnesi hakkında bildiklerimiz ona dair hayal ettiklerimizden ibarettir artık. Filmin başında gördüğümüz Johnny ile sonunda gördüğümüz Johnny arasında neredeyse hiçbir fark yokken Baby’nin katettiği mesafeler çoktan boyunu aşmıştır. Dünyada babasından gayrı erkeklerin de olduğunu keşfeden kızımız artık hem “babasının biriciği” olmaktan çok uzaktır hem de sevilecekse tüm iyi ve kötü yönleriyle sevilmeyi talep edecek kadar cesur. Bu aslında Johnny ile Baby’nin aşk hikayesi değildir. Bu aslında Baby’nin aşkı, cinselliği, korkularını, arzularını, itaatsizliği ve büyümeyi öğrenişinin hikayesidir. Bir kız çocuğu bir kadına doğru hızla evrilir hızla. Kızımızın o meşhur “kaldırma” hareketini yapacak cesareti ancak filmin sonunda bulması da tesadüf değildir. (Ah, ne fallik imge!)
Velhasıl-ı kelam arzumuzun o karanlık nesnesi bilinmez, bilinmez belki ama, tatmin edilmekle son bulur. Bu sebepledir ki Johnny ile Baby’nin bir geleceği yoktur. Onlar sadece “hayatlarının en güzel günleri” ni yaşamışlardır beraber. Büyüten, acıtan, değiştiren bir yaz olmuştur. Ama sonunda yaz da geçmiştir işte. Ya da yazsan da geçmemiştir belki, kim bilir ki?

Temmuzu Beklemeden...

İki insan arasındaki mesafe çoğu kez aşılması en zor mesafedir ve hayat koca bir yanlış anlamadan ibaret.Gözlerini dört açmak bir işe yaramaz, her seferinde yanlış kişiyi görüyorsun.O halde biraz gözlerini kapatıp hayal kurmayı denemelisin.Dağın arkasındaki suyu hayal etmeden dağı delemezsin.


Üstelik o senden onun için bir dağı delmeni de istememişti.O sadece orada durup ona bakmanı ve onu görmeni istemişti.Şaşı olman bizim suçumuz değil Daniel Bannier!İçindekinin dışarı çıkması için demek Hamburg’dan İstanbul’a kadar yol alman gerekiyormuş.Eh, temmuz da yola çıkmak için en iyi zaman ve bu hikayeyi bütün çocukluk yazlarını Hamburg-İstanbul seferlerinde geçirmiş Fatih Akın’dan daha iyi anlatacak birini bulamazdın doğrusu!Şanslı adamsın!


Karında,yürekte…Ama her zaman temmuzda değil.Zaman ne yalancı kavram.Dünya üzerinde geçen sürecimizi önce yıllara bölüyoruz,sonra aylara.Bunlardan birine de temmuz diyoruz işte.Aşık olmak için temmuzu beklemeye ne gerek var?Hem sen güneşi de hep yanlış yerlerde arıyorsun.Evet,sanırım sana biraz kızgınım Daniel.Ama seni seviyorum,gerçekten.Ama rica ederim güneşi başka yerlerde aramaya da bir son ver.Zira güneş dediğin Juli’nin yüzüdür.Ve bu hikayede her şey güneşe endekslidir.Parmağındaki yüzükten yüzünü Juli’ye dönmeni sağlayan Leo’ya kadar.Ah Leo!Ehliyetim olaydı yollara düşüp kamyon şoförü olmuştum şimdiye senin yüzünden!Bu yollar senin gibi romantik bir kamyoncuya bir daha rastlamadı!Juli’nin ‘Keşke’ diye bağıran bakışı ve Leo’nun bir aşıktan bir ağabeye terfisi.Bir göz kırpış neleri değiştiriyor öyle!Ve ‘aslanlık’ payesi yer değiştiriveriyor birdenbire. Bir kadının elini tutuvermek öyle basit şey değil.Silkelenin,kendinize gelin beyler!Bu hayatta her şey hak edilmiş olmalı.Özellikle de bir kadının eli…


"Blue Moon! You saw me standing alone.Without a dream in my heart! Without a love of my own!” Daldan dala mı atlıyorum?Afedersiniz.Ama ben ne yaptığımın farkında mıyım sanıyorsunuz?Ben sadece orada öylece dikiliyorum,tek başıma.Kalbimde tek bir hayal olmaksızın.Ya da kendinden ibaret bir aşkım.Sonra sırt üstü yatıyorduk.Tavanda yıldızlar vardı.Tavan gökyüzüydü sanki.Hayatın kendisinden derin derin nefesler çekiyorduk.Her şey çok havalıydı.Sonra yavaşça yerden yükseldik,havada süzülüyorduk.Ve "Blue moooooonnn!You saw me standing aloneeee!"


Uyandığında yanında yoktu. Kim bilir nerede! İşler karıştı sonra. Araya birtakım başka insanlar giriverdi. Güneş elden gidiverdi. Gerisini pek hatırlamıyorum. Sanırım kafam da iyiydi biraz. Ama tek hatırladığım o yoktu. Sonra tekrar buldular birbirlerini. Evet,hep böyle olur filmlerde. Ve sadece kötü kalpli adamlar hak eder arabalarının çalınmasını. Yok yok. Biz bir şey çalmadık. Bizimkisi nehre uçmuştu.(Sen de ne biçim fizik öğretmenisin yahu!) Biz de sizinkini ödünç (ç)aldık. Hepsi bu. Ondan evvel bir kamyonumuz da oldu bir süre ama onu filmin yönetmenine düğün hediyesi vermek zorunda kaldık. Çünkü "No pasaport! No Romania!’"

Karışık mı oldu? Eehh, bu yola benimle beraber çıksaydınız bu kadar kafanız karışmazdı. Ama hayat da karışık bu ara. Hele kafam! Neyse bu konulara hiç girmeyelim. Ama sabır diye bir şey varmış,onu deneyimliyoruz bu ara. Bu sabır süt gibi bir şey. An geliyor, taşıveriyor. Süt yanığı başka şeye benzemez, fena can yakıyor. Bir sabah uyanıyorsun, o çoktan gitmiş oluyor. Hem karşımıza çıkan her araba da İstanbul’a doğru gitmiyor olabilir. Evet,bir sabah uyanırsın ve köprünün altında bekleyeceğin kadın değişmiştir. Yanında duran kadına ulaşmak için artık gerçekten de kilometrelerce yol tepmen gerekir. Hayat tesadüfleri seviyor. Hayat kendini seviyor .Hayat tesadüf,evet. Ah yine nasıl da bildin,seni hınzır(!)
O köprünün altına vardığında sen bir başkasıdır artık.Aman boş ver,biz bu halini daha çok sevdik zaten.Hem artık hak edilmiş cümlelerin de var.Ne demiştik?Her şey hak edilmiş olacak.O halde buyurun efendim, güneş
köprünün altında sizi bekliyor:

'Aşkım, kilometrelerce yol kat ettim, nehirleri geçip, dağları aştım. Hüsrana uğradım ve ızdırap çektim. Nefsime karşı koydum ve güneşi takip ettim. Böylece senin önünde duruyorum ve sana seni seviyorum diyorum.”

Hello Stranger!

Closer.Hemen peşine bir noktayı hak eden bir filmdir,evet.İlişkiler ve çelişkiler üzerine seyrettiğim en güzel filmlerden biri.(Gerçi ilk izlediğimde hastaydım biraz.Sonlara doğru sızıp kalmışım kanepede ama hep o antibiyotikler yüzünden!)Sonrasında o kadar çok izlendi ki bu film yanımda yöremde,replikleri ezberlenir oldu.Bir tiyatro oyunundan uyarlama olduğu için mi bilmem,hakikaten de damıtılmış replikleri var bu filmin.Ama nedense benim en sevdiklerim hep Alice’in(Natalie Portman) ağzından dökülür.O kısacık,kıpkırmızı saçlarıyla ekranın içinden size doğru yürürken gözlerinizi alamazsınız ondan.Kimse farkında değildir sanki.Tam gözünüzün içine bakar o sıra.Sonra birdenbire dağılır her şey.Her yanınız kararır.Ve gözlerinizi açtığınızda "Hello stranger!".Aşk tam böyle bir şeydir.Araba kazası gibi…Aşk bir arabanın altında kalmışken bir yabancıya gülümseme isteğidir.
New York’lu genç ateş kızı kendine benzetir,soğutur ve donuklaştırır Londra.Bilinmez sırf bu yüzden mi,parıltısını da yitirir yabancının gözünde.Bir anda üstelik.Her şey birdenbire oluverir.Bu yüzden sarsıcıdır zaten.Bir anda havaya fırlayan kalbinizin mermere çakılıvermesi gibidir.Hem kalp neye benzer zaten,biliyor musunuz?Kanlı bir yumruğa…Dün sizinle olan bugün hakiki bir yabancıdır artık.Bundan gayrı yapılabilecek tek şey bu anı bir fotoğraf karesinde ölümsüzleştirmektir.Öyle de olur zaten.Ancak çıkıp gidivermek de kolay değildir öyle.Önce yere düşen kalbinizi bulup cebinize koymanız gerekir.Onun cebinizdeki kalbin tozunu üfleyip onu yerine geri koyacağı inancı vazgeçilmesi zor bir inançtır.Ama…Ama…Ama…Nerede aşk?Göremiyorum.Dokunamıyorum.Hissedemiyorum.Duyamıyorum.Evet bazı sözler duyuyorum ama,bunlar senin boş lafların.Şu halde bu kalbi kediler yesin daha iyi!

Alice dört kişi içinde en saf,en yumuşak ve en ‘incinen’dir her zaman.Anna olanca soğukluğu ve alttan alta ilerleyen kendini beğenmişliği ile ‘Senden daha iyiyim.’ mesajı verir Alice’e her daim.Larry ile Dan arasında mekik dokurken aslında var olan her şeyi ister.Bütün iyi şeyleri hak edendir Anna.Güzeldir,zekidir,entellektüeldir.Erkekler her daim yanıp tutuşmaktadır onun için.Ama ah!Ne yapsa,ne etse de Alice kadar gerçek olamaz hiçbir zaman.Üstüne üstlük Alice bile koca bir yalanken…Ve kendi bir yalanın içinde durur ama yalanlarla mutlu olamazken…Yalanlarla mutlu olamayınca kız doğrulara sığınır.Ama tümüyle yalan olan bir dünyada doğrulara kim inanır?

Alice Ayris bu yüzden terk eder yabancıyı.Gerçeklerin en acısıyla belki ama,yalanlarla mutlu olabilecek biri olamadığı için…Terk eder hikayeyi.Sebebi basittir.Yalanlar üzerine inşa edilen dünyada aşka yer yoktur.                                           
" I dont love you anymore.Good bye."
    (Artık sevmiyorum seni.Hoşçakal.)

Lekesiz Aklın Sonsuz Gün Işığı

                  Joel:Wait,wait,wait…Just wait.        
          Clementine:Wait?Why?           
             Joel:I dont know.Just wait.Wait…
Hayat bazen sadece beklemektir.Beklediğiniz ‘O’ da olabilir,o sandığınız kişinin gerçekten ‘O’na dönüşmesi de…Ve bu yaşanan sürecin en acıklı parçasıdır aslında.Unutmaya çalışmaktan bile daha acıklıdır zihninizdeki O ile gerçekteki O arasındaki uyumsuzlukları kabullenmek.Ama çoğu kez öyle iç içedir ki bu fark etme ve kabullenme evreleri unutmayı daha çok önemseriz.Unutmak ilaçtır,inançlara yeniden dönüştür.Evet,o aslında O olmayabilir ama bir yerlerde hala sizi bekleyen bir O vardır ve bu yolda önünüzdeki en büyük engel ‘korkuların üstesinden gelme’ eşiğidir.Bu zorlu savaşı vermek üzre insan esasında hiçbir eski aşkı unutmaz.Bu olsa olsa bir ‘üstesinden gelme’ durumudur.Yahut ‘göze alma’…

Bu yüzdendir ki unutmak en büyük lütuftur;özlenen,hayal edilen bir şeydir.Bu yüzden her yeni hayal kırıklığının ardından unutmamızı sağlayacak bir teknolojinin icat olunduğunu düşleriz.Üstelik henüz gürültüsüz çalışan bir çamaşır makinesi icat etmeyi bile becerememişken insanoğlu.Eternal Sunshine Of The Spotless Mind da bu özlemin bir ürünüdür esasen.İki aşk arasında aşk acısını pas geçme özlemi…Çünkü acılar bizi korkak yapar.Hadi korkak demeyelim de,en iyi ihtimalle temkinli…Aynı süreci tekrar tekrar yaşamaktan,ruh durumunuza ardı arkası gelmeyen yeni bir çentik atmaktan yorulursunuz bir süre sonra.Bekarlık sultanlıktır ya da tam tersi.Bekarlık yorgunluktur aslında; biriyle olmanın getirdiği dayanılmaz bir yorgunluğun son evresi.Çünkü biriyle birlikte olmak sürekli bir değişim gerektirir ve yaşınız kaç olursa olsun değişim en yorucu şeydir.Aşk adı altında yücelttiğimiz,incelttiğimiz ‘ideal aşık’ yaratma çabası her zaman iki yönlüdür.Sürekli bir değiştirme ve karşımızdakinin uğraşına rağmen aynı kalma çabasına gireriz.Karşımızdakini de kendimize benzetmeye,günler boyu ne çok ortak noktamız olduğunu saymaya uğraşırız.O da Beirut’u seviyordur ve 30 yaşından evvel mutlaka Küba’ya gitmeyi düşünüyordur.Boşuna dememiş ki Thedor Adorno! Aşk farklı olanda benzerlik görme gücüdür.
Ortak noktalarınızı tükettiğiniz,farklılıkları ayırt ettiğiniz an gerçekliğe kıç üstü iniş yaptığınız andır.Bundan sonraki sürecin uzunluğu sabrınızla ve mazoşizminizin boyutuyla alakalıdır.Ben, belki de pek sabırlı bir insan olmadığım için, hiçbir zaman uzayıp giden ayrılıkların insanı olmadım.Bu yüzdendir belki bende kağıt kesiği etkisi yarattı her yeni ayrılık:Kısa ve acılı.Üstelik uzatıp sündürmek bu ayrılık anını daha vefalı kılmıyor sizi,ya da daha duygusal…Her iki durumda da bok gibi hissediyorsunuz.Bunda değişen bir şey yok yani.Ama bok gibi hissetmek de önemli.Yaşlanınca anlayacağız,valla bak:Bok gibi hissetmek bizi biz yapan şeymiş meğer!Hani deneyim diyoruz ya,hah işte ondan.Bu deneyim bir sonraki ilişkinizi mükemmel kılmayacak belki ama en azından daha farklı acılar duyacaksınız.Öldürmeyen şey güçlendirmeyecek belki ama en azından öldürmediğini bilmek biraz olsun içinizi rahatlatacak.Hem unutmanın bir hapı olsa biz onu da fitil yapardık,benden demesi.

Yine De Sevmek Gibi...

Romantik komediler ruhun afyonudur.Ama bu durum ne yazık ki değiştirmiyor romantik komedileri yine de sevdiğim gerçeğini.Küçükken gerçekliklerine de inanırdım ama artık yalnız gerçek olma ihtimallerine…
Ama tüm romantik komediler 10 Things I Hate About You bambaşka bir yere sahip.Hem zihnimde,hem gönlümde…Belki sırtını dayadığı sevgili William Shakespeare’den, belki de benim de vakt-i zamanında bir ‘Hırçın Kız’ oluşumdan.(Aslında hala bir parça öyleyim sanırım.Bir parça…)


Batman’in ezeli düşmanı Heath Ledger benim ebedi sevgilimdir.Çünkü o Joker olup dünyaya korku salmadan çok evvel hırçın kızımızı yola getiren(ve kendisi de yola gelip aşık oluveren)Patrick Verona’dır esasen.Kocaman gülüşü,serseri tavırları ile pek çoğumuzun kalbini bir köşesinden yakmıştır.(Vakitsiz ölümüyle tamamını belki…)Şimdilerde Inception’da gördüğümüz ve -bana göre- Amerikan sinemasının yükselecek/yükselmesi gereken yıldızı Joseph Gordon-Levitt ise sevdiceği uğruna Fransızca öğrenen,yetinmeyip türlü dümene kalkışan Cameron ile epey gülümsetir bizi.(Fakat yine Shakespeare hayranı sevdiceğinin dolabına baloda giymesi için Elizabeth dönemi kostümü yerleştiren ve kendisi de William Shakespeare kılığına giren Michael’ı da es geçmemek gerek.)Fakat filmin en can alıcı sahnelerinden birinde elbette Heath Ledger baş roldedir.Gururu kırılan sevgiliye kendini affettirmek için ancak bu kadar güzel rezil olunabilir!


Romantik komedilerin en büyük handikapı sonlarının malum oluşudur.Ama 10 Things I Hate About You gerek oyunculukları,gerekse bizi gerçekliğe yaklaştıran küçük sorunları ve küçük çözüm denemeleri ile sonunu filan boş verip sonuna kadar keyifle izleyebileceğimiz bir film.Gerçi-büyük ihtimalle- bizimle iki lafın belini kırabilmek için Fransızca öğrenecek,biz olanca sarhoşluğumuzla ayakkabısına kusarken saçımızı okşayacak,bize herkesin önünde serenat yapacak ya da bizim için Elizabeth dönemi kostümlerine bürünecek bir sevgilimiz olmayacak etrafımızda,ama olsun.Umut etmek iyidir.

Büyümeyi Bırakmak

Büyümek acıtır mı?Benim için bu sorunun cevabı her zaman ‘evet’ oldu.Üstelik hem fiziksel,hem ruhsal olarak.Çocukluktan ergenliğe geçtiğim o dönemlerde sürekli olarak bacaklarım ağrırdı.Üstüne üstlük katlanılması zor,şiddetli ağrılardı bunlar.’Kemiklerin uzuyordur.’ derdi annem.Büyüdükçe,sevdiğim ve inandığım insanlar birer birer kopup giderken benden,hep çok canım yandı.’Ruhum uzuyordur.’ dedim kendi kendime.(Nitekim şimdilerde ruhumun boyu 3-4 metreyi aşmış olmalı.)

Büyümek yaş almakla olan bir şey değil,bunu zaten biliyoruz.Ama büyümek için bir zaman hayatta tek başına kalmak gerekiyormuş,bu yaz bunu öğrendim.Nitekim Mathilda’nın büyüme yolculuğu da böyle başlıyor.Ama o da her çocuk gibi büyümeyi gururuna yediremiyor.Bu yüzden Mathilda büyümüyor,sadece yaşlanıyor.Bense büyümeyi bırakıp gerçekten de yaşlanmaya başlamam gereken bir yaşta bulunuyorum.Ama bir türlü çocukluğumdan vazgeçemiyordum,bu yaza kadar.Bu yaz evimde tek başımayım.Kendim için yemek pişiriyorum,bulaşıklarımı yıkıyorum ve gömleklerimi ütülüyorum.Daha da ötesinde kendime dair kararlar veriyorum;hangi sütü satın alacağımdan ya da hangi ayakkabıyı giyeceğimden öte kararlar.Hayatıma dair kararlar…


Kendin olmak neden bu kadar zor?Kendin olmak midemde geçmek bilmez bir ağrı gibi.Yemek borumu zorlayan bir dürtü…Sürekli bir savaş hali;çevrendekilerle ve kendinle.Sürekli bir kanıtlama çabası;inançlarını,umutlarını,çabalarını.Kimse inanmayacak size,hazırlıklı olun.Bu bir var olma savaşı.Oyun başlasın.

Hayalleri Olmayan Bir Çingene Neden Yaşasın Ki?



Çingeneler Zamanı’nı ilk seyrettiğimde çok küçüktüm.Bu yüzden olsa gerek yalnız iki sahne kalmış aklımda ve ben bu iki sahnenin birbirini takip ettiğini düşünmüşüm hep;Hıdırellez’de çingenelerin nehirde yıkandığı ve Azra’nın doğururken havaya yükseldiği sahneler.Belki de sırf bu iki sahne yüzünden benim için hep büyülü bir filmdi Dom Za Vesanje.Sırf bu yüzden yıllar boyu tekrar izlemekten kaçındım bu filmi,Hürriyet’in gün aşırı VCD’sini verdiği zamanlarda bile.Onu olanca büyüsüyle aklımda tutmak istiyordum belki.Hep benim hatırladığım gibi kalsın istiyordum.Büyüsü hiç bozulmasın istiyordum.Ya da belki tekrar izlersem bir daha çocuk olamam sanıyordum.Yıllar sonra cesaretimi toplayıp filmi tekrar izlediğimde artık çocuk kalamayacağımın farkındaydım.


Kahkaha ile gözyaşı kardeştir derler.Herhalde bunu Dom Za Vesanje kadar iyi anlatan bir film yoktur.Kardeşine üzülürken,hindisine sevinirken,Azra’nın elinden tutup anasının kapısına dayandığında hep Perhan’a sarılmak gelir içinizden.Sıkı sıkı sarılmak ve bırakmamak bir daha…Perhan çocukluğunuzdur sizin,ilk gençliğinizdir.Ve hepsinden önemlisi vatanınızdır,doğduğunuz yerdir Perhan.Yugoslavya’dır.Perhan’ın adım adım değişiminde Yugoslavya’nın da değişimine şahit oluruz aslında.Yüreğimiz hem Perhan’a yanar hem de inandığımız,yanıldığımız,yarı yolda bırakıldığımız her şeye.


Azra ile Perhan’ın çocuksu aşklarıyla gülümsetir önce sizi.Üç kez evlenmeyi deneyen ve başaramayan,sonunda intihar mektubunu midesinde taşıyarak kendini kilise çanına asmaya çalışan Perhan’ın Azra’ya seslenişleri ve iyi yürekli komşunun yardıma koşuşu kahkahalara boğar sizi.Ama yüreğinizde bir yerler de acır hissettirmeden.Kimse sizin elinizi tutmayı böyle içtenlikle istememiştir,kimse sizden ‘Tanrıçam’ diye bahsetmemektedir ve büyük ihtimalle kimse sizin uğrunuza kilise çanına asmayacaktır kendini.Fakat sevenler kavuşamadıkça sıkıntı sarar yüreğinizi.Nursuz,karanlık adamlar sizin için bile çıkış yolu gibi görünür kimi zaman.Siz de Perhan gibi takılır onların peşine sürüklenirsiniz bilmediğiniz bir ülkeye.İstediklerine ulaşmak için çok para gerekir.Çok para kazanmak içinse sahip olduklarından vazgeçmek.İnsanoğlunun da,Perhan’ın da paradoksu burada başlar işte.Küçük kasabasına,ninesine ve Azra’sına dönerken çok zengindir ama ‘ninesinin aslanı’  Perhan değildir artık.Nitekim bıraktığı hiçbir şeyi de eskisi gibi bulamaz.


Azra’yı hamile bulan Perhan’ın alkolün etkisiyle göbek atarak ağlayışı yüreğine oturur adamın tıpkı bir kıymık gibi.Azra bir türlü ikna edemez Perhan’ı karnındaki çocuğun onun olduğuna.Çünkü Perhan ‘kendine bile kandırmaya başladığından beri kimseye inanmaz olmuştur.’Çocuğun doğumu ve Azra’nın ölümü filmin bambaşka bir noktaya taşındığının habercisi gibidir.İçini çürüten her şeyden intikam alarak temizlenmeyi dener Perhan kendi kanıyla.Bu yolda öz oğluyla tanışır.Ama öz oğluna bir akerdeon olsun alamayacaktır.Oğlu ve kardeşi güvenli kollara doğru yol alırken Perhan önce intikamında yıkanır,ardından ölümü kucaklar.Ölüm bembeyaz bir hindidir Azra’nın doğurduğu.


Hem hayalleri olmayan bir çingene neden yaşasın ki?

1 Mart 2014 Cumartesi

Maria Puder'in Emsalleriyiz ya da Arzunun Karanlık Madonna'sı

Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazdığı Kürk Mantolu Madonna nicedir çok satanlar listesinden inmiyor, özellikle ilk gençlik yıllarını yaşamakta olan okurlar tarafından büyük ilgi görüyor. Öyle ki otobüslerde, metrolarda elindeki Kürk Mantolu Madonna’ya hararetle sokulmuş lise öğrencileri görmeniz işten bile değil. Peki kullandığı dil itibariyle bugünün okurunu bir parça zorlayan bu kitabı yayınlanmasının üzerinden bunca yıl geçtikten sonra bu kadar popüler yapan nedir? 

Romanın baş kişisi her ne kadar Raif Efendi olsa da kabul etmek gerekir ki bu romanın gizli öznesi Maria Puder’dir. Raif Efendi’nin çekingen yapısı, utangaçlığı hikaye boyunca neredeyse hiçbir ilerleme göstermezken Maria Puder'in kişiliği (neredeyse bir bipolar gibi) mütemadiyen zikzaklar çizer. Biz okurları da romana bağlayan Maria Puder'in bu inişli çıkışlı halidir zaten. Yazar belki de bu yüzden kendisine anlatıcı olarak Maria Puder'i değil Raif Efendi'yi seçmiş, Maria Puder'in gel-gitli ruh haline içeriden bir çözümleme yapmaktan kaçınmıştır. Bu tutum Maria Puder'i yalnız Raif Efendi'nin değil, okurun da arzusunun karanlık nesnesi haline getirmektedir.

Her ne kadar burada atıfta bulunduğum "arzunun karanlık nesnesi" kavramı adını Bunuel'in 1977 yapımı filminden alsa da bu kavramın adı konmamış geçmişi çok daha gerilere dayanmaktadır. Bunuel'in Kürk Mantolu Madonna'yı okumuş olması mümkün değil. Ancak biri edebiyatın, diğeri sinemanın en parlak akıllarından olan Ali ve Bunuel sezgisel olarak aynı kadın figürüne yöneliyor. Sabahattin Ali'nin Maria Puder'i ile Bunuel'in Conchita'sı birçok yönden benzerlik gösteriyor. Ancak ben burada Conchita'yı bir parça es geçip Maria Puder'le devam edeceğim. 
Raif Efendi Kürk Mantolu Madonna ile ilk kez tesadüfen girdiği bir resim sergisinde karşılaşır. Bu karşılaşma romanda şöyle anlatılır:

"Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkan yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı? Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı."

Bu noktada Maria Puder'i arzunun karanlık nesnesi yapan ilk unsur ortaya çıkar; gizemlilik. Maria Puder güzellik bir yana, çekici ve gizemli bir kadın olarak tarif edilmiştir. Öyle ki otoportresi onlarca resim içerisinde Raif Efendi'nin dikkatini çekmeyi başarmış, Raif Efendi'yi kendisine bağlamıştır.  Arzunun nesnesini karanlık kılan taraf tam da bu gizemdir. Tüm hikaye boyunca Maria Puder'i kendi anlattığı kadarıyla tanırız; babası yoktur, Atlantik adlı bir kulüpte keman çalıp şarkı söylemektedir, annesiyle yaşamaktadır. Başka? Başka hiçbir şey... Geriye kalan karanlık bir boşluktur ve bu boşluk da arzu ile doldurulmaya çok müsaittir. Ama gizemli olmak Madonna olmak için yeterli midir?

Tam da burada Sabahattin Ali'nin Maria Puder'e uygun gördüğü isim gidiyor devreye: Madonna. Bilindiği üzere resimde Madonna Meryem Ana'yı temsil eder ve Meryem Ana tasvirlerinde kullanılan bir kavramdır. Meryem Ana'nın Hristiyan mitolojisindeki yeri ise malum; bebek İsa'nın annesi, saflık simgesi, erişilmez bir kadın. İşte burada yakaladığımız ipin ucunu gelin bırakmayalım ve Sabahattin Ali'yle bir konuda uzlaşalım. Madonna, Meryem ya da Maria... O ulaşılmaz bir kadın. 

Ulaşılmaz olmak arzunun temel prensibidir. İnsan doğal olarak kendinde olmayanı arzulamaktadır. Serüven bu arzulanana ulaşmak ümidiyle katedilen bir yoldur. Bir nevi vuslata erme çabasıdır. Maria Puder de Raif'i hep belli bir mesafede tutarak içinde bulunduğu arzulanan konumunu korumaktadır. Çünkü vuslata ermekle arzu tatmin olur ve tatmin olan arzu da sona erer. Maria Puder ise arzulanmayı sürdürebilmek için Raif'i hep belli bir mesafede tutmaya mecburdur. 
Arzunun tatmin edilişinin romanın sonlarına denk gelmesi boşuna değildir. Fakat tatmin sözcüğü sizi yanıltmasın. Burada bahsettiğim cinsel bir tatmin değil. Zaten Maria Puder ile Raif'in cinsel yakınlığı da kitapta sözü edilen bir durum değil. Dolayısıyla romanda coşkun bir vuslat sahnesine de rastlamıyoruz. Sabahında sözü dahi edilmeyen, ancak sezebildiğimiz bir vuslat sahnesi ki bu zaten arzu nesnesi de henüz konumunu terketmiş değildir. Hatta aşkını itiraf etmekle de arzu nesnesi olmaktan çıkmaz Maria Puder. Zira bir kadının size aşık olması size teslim olduğu manasına gelmez hiçbir zaman. Maria Puder de aşık olmakla teslim olmamıştır, Raif'in olmamıştır. Henüz...

Ancak romanın bir yerinde Raif'in arzusunun tatmin edileceği romanın tekniği gereği baştan bellidir. Zira Raif'in hali arzusu tatminsiz bırakılmış bir adamın hali değildir. Tatmin edilen arzusunun yerine yenisini koyamayan bir adamın halidir. Tatmin edilemeyen arzu çoğu kez saplantı halini alır. Oysa Raif'in üstündeki daha çok bir vazgeçmişlik halidir. O halde Raif'in arzusu bir noktada tatmin edilmiş ve Maria Puder arzunun karanlık nesnesi olmaktan çıkmıştır. Bu an romanın sonlarında Maria Puder ve Raif'in ayrılık sahnesine tekabül eder. Bu sahne romanda şöyledir:

"Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim." dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilave etti:
"Nereye çağırırsan gelirim."

İşte Maria Puder'i arzunun karanlık nesnesi olmaktan çıkaran an bu andır, Raif için gerçek bir vuslat anı. Çünkü Raif'in arzusu tatmin olmuştur. Raif'in arzusu özde Maria Puder'e sahip olmaktır ve bu sahip oluş Maria Puder'le sevişmekle değil, Maria Puder'i teslim almakla mümkündür. Maria Puder Raif ne zaman çağırırsa gelecektir. Nereye çağırsa gelecektir. Maria Puder teslim olmuş ve arzunun karanlık nesnesi kendi kendini ortadan kaldırmıştır. 

Bu yazıyı bitirmeden açıklamak istediğim son bir husus var ki o da "Maria Puder'in Emsalleriyiz." derken neyi kastettiğim. Bu noktada minder dışına kaçıyor ve topu Maria Puder'e atıyorum. O hepimizin yerine birkaç güzel laf etmiş:
"Bunun için muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. Ama sahiden bir erkek... Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek... Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek... Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek..."

İşte o kadar...