1 Kasım 2014 Cumartesi

Monolog

Bu öyküyü Moda Sahnesi'nde Roberto Zucco'yu izledikten sonra oyunun Rafine Bayan ve Zucco sahnesinden esinlenerek, otobüste yazdım. Haliyle kafamın içinde konuşan iki kişi oyunun Rafine Bayan'ı Hülya Gülşen ve Zucco'su İnan Ulaş Torun'dur. Neden yazdım, ne anlatmaya çalışıyordum ben de çok emin değilim. Yazmış bulundum diyelim.

Koltes'in Rafine Bayan'ına ve Küçük Kız'a...


Genç adam eski bir tren istasyonunun ortasında bir banka oturmuş, elinde tuttuğu kitabın sayfalarına dalıp gitmişti. Dünyaya karşı ilgisizdi. Öyle ki biraz evvel yanına oturan kadını fark etmemişti bile. Kadın bankın diğer ucuna oturmuş, ellerini kucağına bırakmış, bacaklarını çaprazlamıştı. Dünyaya karşı fazlasıyla ilgiliydi. Öyle ki gar lokantasından gelen kokuları hemen duymuş, rayların arasında biten ayrık otunu hemen fark etmişti. Bankın öbür ucunda oturan genç adamın da farkındaydı elbette. Bir müddet sustu; sonra birdenbire, dümdüz karşıya bakarak, sanki kendiyle konuşur gibi konuşmaya başladı. 

"Biliyor musunuz, bugün kızımı öldürdüm."

"Anlamadım?"

"Bugün diyorum, kızımı öldürdüm. Ben bugün kızımı öldürdüm."

"Ne, nasıl?!"

"Bence sizin içinizde de vahşi bir taraf var. Bakın; neden değil, nasıl öldürdüğümü soruyorsunuz evvela."

"Hanımefendi, saçmalamayın, neden bahsediyorsunuz?"

"Ben diyorum, bugün kızımı öldürdüm. Ellerimle boğdum onu. Bir yastık da kullanabilirdim gerçi, belki böylesi daha kolay olurdu. Ama ben ellerimle boğdum onu. Çünkü avucumda atan nabzını duymam gerekirdi."

"Bunu bana neden anlatıyorsunuz?!"

"Çünkü bilmenizi istiyorum. Bilinsin istiyorum."

Kadın bu sözden sonra sustu. Genç adam neden kalkıp gidemediğini bilmiyordu. Korkmuş muydu? Neden? Belki de bilmek istiyordu.

"Biliyor musunuz, ben evlendiğimde bakire değildim. Ama kocamın koynuna girerken jiletle orama boydan boya, incecik bir kesik attım. Biraz canım yandı ama o hiçbir şey fark etmedi. Beni kız sandı. Ama ben bakire değildim. Gerçi kimseyle sevişmişliğim de yoktu; kendi kendimi bozdum ben, parmağımla. Neden yaptım bunu, biliyor musunuz?"

"Bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bana neden anlatıyorsunuz bunları?!"

"Çünkü aslında için için merak ettiğinizi biliyorum. Ne o, beni aptal mı sandınız yoksa? Bunu yaptım, çünkü annem bir kızın evlenene kadar kız kalması gerektiğini söylerdi hep. Kızlık çok önemliydi. Bana verilmiş değerli bir emanetti sanki. Ben bu değerli emaneti sanırım babamdan almıştım ve zamanı gelince de kocama verecektim. Bakın, bu basit bir öfke patlaması ya da otoriteye karşı çıkmak için saçmasapan bir çaba değildi, anlıyor musunuz? Ben bunu tanımadığım bir adama, ne bileyim, bir kamyoncuya filan da verebilirdim, anlıyor musunuz? Peki neden vermedim?"

"Neden?"

"Çünkü eğer bu kadar kıymetliyse benim olsun istedim. Bu yüzden de kendi parmağımı kullandım. Ben kızlığımı kendime verdim, anlıyor musunuz? Şu iki parmağımı yan yana tutup içime iyice soktum. Canım çok yandı, parmaklarım hep kan oldu. Bunu bugüne kadar kimseye anlatmamıştım, ilk size anlatıyorum. Kimsenin haberi olmayınca kıymetli bir şeye sahip olmanın da bir manası kalmıyor, biliyor musunuz. Hem kocam onu zaten kendinin sanıyordu."

Hanımefendi, bakın, ben burada treni bekliyorum. Geldiği vakit binip çok uzaklara gideceğim. Beni rahat bırakın."

"Ben de treni bekliyorum, ben de çok uzaklara gideceğim, ne tesadüf! Belki birlikte gideriz çok uzaklara, ne dersiniz? Yolda birbirimize arkadaşlık ederiz, canımız sıkılmaz."

"Hanımefendi, ben sizden kurtulamayacak mıyım?" 

"Anlattıklarım bitince belki, hem daha oğlumu nasıl öldürdüğümü anlatmadım size. Sizi gibi vahşi yaradılışlı birinin beğeneceği türden bir hikaye."

"Oğlunuzu da mı öldürdünüz?!"

"Evet oğlumu da öldürdüm. Çünkü onu askere çağırmışlardı. Benim oğlumdu o, tabii ki sınırın ötesinde birtakım tuhaf adamların insafına bırakamazdım. Onu kendi insafıma bıraktım. Büyüyüp kendine başka bir kadın bulmuş olsa onu öldürmeyecektim. Sahip olduklarımız gün gelir bize sahip olurmuş, bunu bir filmde duymuştum. Dandik bir laf bence. Oğlum başka bir kadın bulup ona sahip olsaydı böyle bir sorunumuz olmazdı. Ama onu askere çağırdılar, ne yapsaydım yani? Zaten bu canına yandığımın ülkesinde her yerde, her zaman savaş var. Bazen kendimi savaş esiri gibi hissediyorum bu yüzden. Her yere gidebilirim ama pek o kadar da gidemem. Halbuki benim oğlum özgür, o nereye isterse gidebilir."

"Gidebilirdi demek istediniz sanırım?"

"Hayır. Ama artık gidebilir. Ölmeseydi onu askere gönderecektim ve o yine ölecekti. O yine ölecekti ama ölüm tanımadığı birinden gelecekti. Benim hiçbir zaman fazlasında gözüm olmamıştır ama benim olana el uzatılmasına da izin veremem, anlıyor musunuz? Benim olana kimse el uzatamaz, buna izin vermem, bunlar sınırın öte tarafında ya da hayal dahi edemeyeceğim kadar uzak yerlerdeki birtakım tuhaf adamlar da olsa."

"Kızınızı da bu yüzden mi öldürdünüz? Ona sizden başkası sahip olmasın diye?"

"Hah şöyle! İşte şimdi adamakıllı konuşmaya başladık."

"Soruma cevap vermediniz; kızınızı nasıl öldürdüğünüzü anlattınız, fakat neden öldürdüğünüzü anlatmadınız."

"Hani merak etmiyordunuz?"

"Şimdi ediyorum.”

“Peki öyleyse, beni iyi dinleyin; ben kızımı tarih kendini tekrar etmesin diye öldürdüm. Onu bir uzantım olarak gördüğüm için değil, öyle olmadığından emin olmak için öldürdüm. O daha karnımdayken, aramızdaki o göbek bağı koparılmamışken bile benden bağımsız atan bir kalbi vardı onun. O kalp hala yerinde mi, hala atıyor mu görmek için öldürdüm. Atan nabzını avucumda duymak istedim, sadece biraz fazla sıkmışım. Yaşasa babasının kütüğünden çıkıp kocasının kütüğüne yazılacaktı. Babasından aldığı kıymetli emaneti kocasına taşıyan bir tepsi olacaktı hepi topu. Ben kızımın özgür olduğundan emin olmak istedim.”

“Siz gerçekten çok garip bir kadınsınız.”

“Garip değil, size göre garip şeyler yapmış bir kadınım. Fakat siz de bir alemsiniz. Söz gelimi, şu okuduğunuz kitapta da yok mu böyle şeyler? Analar evlatlarını öldürüyor, kocalar karılarını, abiler kız kardeşlerini. Hatta Kabil bile kardeşi Habil’i öldürmüştür, ölmek ve öldürmek doğamızda var bizim. Ben de belki doğama uygun hareket ettim, aman canım, zaten o iki küçük sıçanı da pek sevmezdim.”

Genç adamın gözleri yuvalarında şaşkınlıkla büyüdü.

“Şaka canım şaka! Bakın, tren geliyor. Acele edin, kaçırmayın. Ben sanırım bir müddet daha oturacağım burada. Size yol arkadaşlığı edemeyeceğim, üzgünüm. Kendinize iyi bakın.

Genç adam oturduğu yerden kalktı, okuduğu kitabı ceketinin cebine soktu. İleri doğru bir adım attı, sonra kadına döndü.

“Gitmeden size bir şey sormak istiyorum, lütfen bu soruma dürütlükle cevap verin.”

“Tabii.”

“Bütün bunları bana niye anlattınız?”

“Gerçek olsun diye.”

“Teşekkür ederim.”

Genç adam döndü. Trene doğru yürümeye başladı. Parmaklarıyla cebindeki kitabı yokladı. Geriye dönüp bakmadı, ta ki kadın oturduğu yerden ona seslenene kadar.

“Genç adam! Fakat lütfen unutmayın; şu hayatta hiçbir gerçek yoktur ki insanlarca manipüle edilmiş olmasın!”

Genç adam ayağını lokomotifin basamağına atarken gülümsedi. Cebindeki kitabın saman kağıdı sayfalarına parmak uçlarıyla dokundu. İşte sonunda bir öykünün kahramanı olmayı becermişti. Keyiflendi. Öyküler ancak onları yaşamaya gönüllü olanların başından gelip geçiyordu.

28 Ekim 2014 Salı

Hayat Kısa ve Hafif Bir Şeydir: Roberto Zucco

Hayat kısa ve hafif bir şeydir. Ve Roberto Zucco da seçilmemişlerin atası. Hiçbir yarışta birinci gelmemiştir o. Ya da dalaşmamıştır hiç kimseyle. Örneğin bir kavgada burnu kırılmamıştır hiç. Ya da, ne bileyim, dudağı filan patlamamıştır o güne dek. Hissizlik hastalığından muzdariptir bir yanılsamalar dünyasında. Kanla, etle, tükürükle ya da meniyle gerçek bir şeyler arar durur. Atan bir nabız, kesik bir soluk, kasılan bacaklar, gevşeyen bacaklar. Elinin altında bir sıcaklık, dümdüz çizgisinde bir sıçrama peşindedir. Gerçeğin peşindedir Zucco. Bu koca evrende bulunmaya, bilinmeye değer tek gerçeğin. Siz buna ister hayatın anlamı deyin, ister yaşamın amacı; o bilinmeye, bulunmaya değer tek gerçeğin peşindedir her daim. Bir tane bulsa yetecektir, bir tanecik. Oysa böyle bir gerçek Afrika'da karlar altında buz tutmuş bir göl kadar imkansızdır ve beyaz gergedan diye bir şey yoktur. Öyle mi sahiden?

Hayat gerçekten de kısa ve hafif bir şey. Son bir-iki yılda tiyatronun da öyle olduğunu düşünmeye başladım. Tiyatro gerçekte sosyo-politik bir araç mı, yoksa oyun oynamanın kendi değerini korumamız mı gerek? Bana sorarsanız ikincisi, çünkü başta oyun oynamanın kendisinin politik olduğu görüşündeyim. Peki oyun neden politiktir? Çünkü oyun oynayan iktidarı yadsımaz, onu ciddiye almadığını gösterir. Ve bu tavır iktidar karşısında gösterilebilecek en cesur tavırdır. Moda Sahnesi'ni bir bakıma bu yüzden seviyorum; oyunu elden bırakmıyorlar. Bu tavır 2014-2015 sezonunun yeni oyunu Roberto Zucco için de geçerli.

Var olanı kopya etmektense kendi gerçekliğini yaratan bir anlayışla kuruluyor bütün oyun. Bu tam da Zucco'nun gerçeği arayan tavrına denk düşüyor. Geçen sezon Hamlet'te gördüğümüz oyuncuların birden fazla karakter canlandırması durumu Zucco'da da devam ediyor. Bu durum oyuncuların oyunun her anında sahnede kalmasını sağlıyor ki bunun oyuncuların konsantrasyonuna etkisi büyük. Tek karakter canlandıran tek oyuncu oyunun Roberto Zucco'su İnan Ulaş Torun ki o da Zucco'nun dahil olmadığı sahnelerde sahne kenarında oturup bekliyor ve seyircilerle beraber oyunu izlemeye koyuluyor. Bu noktada söylemeliyim ki onun sahne kenarında otururken verdiği insanı tepkiler, örneğin komik bulduğu şeye gülmesi, çok hoşuma gitti ve sahnedekinin oyuncu olmanın ötesinde bir insan olduğunu seyirciye hatırlattı. Gerçekten de sahnede izleyicisine tepeden bakan ve pek ciddi tiyatrosuyla meşgul aktörler değil, oyun oynamayı meslek olarak benimsemiş ve oynadığı bu oyuna sizi de dahil etmek isteyen insanlar vardı.

Söylemek isterim ki İnan Ulaş Torun sahne kenarında ne kadar iyi bir insansa oyunda o kadar iyi bir Roberto Zucco olmuş. Ne Zucco'nun sadece bir katil değil, gerçeğin peşinde bir insan olduğunu unutmamıza ne de Zucco'yu bir an olsun, en günahsıza yönelen cinayetinde bile, canavarlaştırıp kurtulmamıza izin vermiyor. Çünkü suçu Zucco'ya yüklemek enikonu kolaya kaçmak olur. Ve bu kolaycılığa kaçacak olursak oyundan bize ucuz bir katharsisten başka bir şey kalmaz. O yüzden siz siz olun, bu kolaylık tuzağına düşmeyin. Öte yandan Zucco'yu kahramanlaştırmak da ayrı bir tuzağa düşmek olur. İnan Ulaş Torun'un Zucco'suyla biz bu tuzağa da düşmüyoruz.

Sahnede İnan Ulaş Torun'a eşlik eden yedi oyuncudan bahsetmek isterim şimdi de size; Hülya Gülşen, Murat Tüzün, Ezgi Coşkun, Deniz Elmas, Çağlar Yalçınkaya ve Onur Uysal'dan. Eğer tiyatro bir takım çalışmasıyla sahiden sahnede yanımda tam da böyle bir takım olsun isterdim. Hülya Gülşen ve Murat Tüzün deneyimlerini sahneye taşırken Ezgi Coşkun büründüğü her rolü köpürtüyor. Denebilir ki hem en komik, hem en acıklı roller onun payına düşmüş ve ortalığı kahkahaya boğduğu anlarda bile karakterlerin asıl trajedilerini muhafaza etmeyi biliyor. Ayrıca oyunun tertemiz çevirisi de Ezgi Coşkun'a ait. Deniz Elmas ise Ortadoğu ve Balkanlar'ın şirinlik şampiyonu adeta; asıl yaptığının iktidara başkaldırmak değil, iktidarı babadan alıp kocaya vermek olduğunun farkında olmayan bir küçücük kız çocuğu. Zucco'nun insanları içinde en temiz ve belki de en mahsunu. Çağlar Yalçınkaya iktidarın yapış yapış ve yavşak taraflarını kendi üzerine toplayarak oradan bir abi karakteri doğurmuş. Acılar acı değil bu dünyada, kızlar kadın olmakla tedavüle giriyor. Erkek söylem her yerde, ama her yerde işine geleni söylemeyi biliyor. Onur Uysal'a gelecek olursak o olması beklenen yerde bitiveren bir joker misali bu oyunda. Uzun lafın kısası tüm oyuncular kendi yarattıkları bu gerçekliğin içinde yerli yerindeler.

Olan biten her şeyin bir oyundan ibaret olduğu algısı sahne ve ışık tasarımına da yansımış. Sahne ve ışık tasarımı da bu algıyı destekler nitelikte. Temeli iki kara tahta ve bu tahtalar arasına gerilmiş bir askı olan dekoru oyuncular adeta bir duyuru panosu olarak kullanıyor. Bu kara tahtalara yazılan sahne isimleri ve mekanlar sayesinde izleyicinin zihninde bir mekan yaratmasına ve bunu sahneye adapte etmesinde imkan sağlanıyor. Gelin biz buna hayal gücüne dayanan, kişiye özel bir sahne tasarımı diyelim! Işık tasarımı da gerek sahne tasarımını, gerekse oyuncuları mükemmelen destekliyor. Bu noktada ortaklıkları uzun yıllara dayanan ve bu ortaklığın meyvelerini bize ikram eden iki ismi anmak gerek: Sahne tasarımında Bengi Günay ve ışık tasarımında İrfan Varlı. Bu iki ismin yaratıcılıkları genç yönetmen Bay KA'nın dünyasıyla buluşunca, deyim yerindeyse, voltranı oluşturuyorlar.

Son olarak, bana öyle geliyor ki, genç yönetmen Bay KA'nın bu oyuna yaklaşımını tek cümlede özetleyebilirim: Günümüzde hiçbir trajedi yok ki trajikomik olmasın.

Siz siz olun, beyaz gergedanı takip edin!

İyi seyirler.

www.modasahnesi.com

21 Haziran 2014 Cumartesi

Şehir ve Sürtük

Sürtük kimdir? Sürtük kime denir? Çoğu kere hareketli bir cinsel yaşamı olan ve sık partner değiştirebilen kadınları aşağılamak ve yaftalamak için kullanılan bu sözcüğün olumlu bir anlamı olabilir mi? Etik Sürtük kitabının yazarları Dossie Easton ve Janet W. Hardy öncelikle sürtük kavramını ters yüz ederek işe başlıyor. Bu kadınlar sürtük olduklarını ilan etmekle kalmıyor, bununla gurur da duyuyorlar.

Yazarlarımız bir sürtük tanımı ise şöyle: Bizim için sürtük, cinsiyeti ne olursa olsun, seksin güzel, zevk almanın yararlı bir şey olduğu gibi radikal bir önermeye dayanarak cinselliğini kutlayan insan demek. 
Bu tanım bana başta ekonomik özgürlüğünü elde etmiş ve hayatlarını bekar olarak sürdüren birçok kadının duyar duymaz hatırlayacağı bir ismi çağrıştırıyor: Samantha Jones.  Kitabın sayfaları arasında ilerlerken bir yandan da HBO’nun sadık bir seyirci kitlesi olan kült dizisi Sex And The City’yi düşünmeden edemiyorum. Bir yandan dizinin meşhur tema müziği zihnimde çalarken bir yandan da Samantha Jones’un ideal bir sürtük olup olmadığını düşünüyorum.

Cinselliği özgürce yaşayan kadın teması bizim ülkemizde henüz önemli bir yer tutmasa da dünyamız için yeni değil. Sex and The City dizisinin uyarlandığı romanın yazarı Candace Bushnell New York Obsorver’da kitaba da adını veren Sex and The City adlı köşesinde kendisinin ve üç arkadaşının maceralarından bahsederken takvimler 1994’ü gösteriyordu. Bushnell o zamanlar 35 yaşındaydı  ve hayatını dilediği gibi yaşamasının önünde bir engel yoktu. Aynı yıl Etik Sürtük’ün ilk baskısı yapıldı ve birkaç sene sonra da dizinin HBO’da yayınlanmaya başlamasıyla kariyer sahibi, özgür, maceracı kadın imgesi kitlelere daha kolay bir yoldan ulaşmaya başladı.

Bugün takvimler 2014’ü gösteriyor ve ben Etik Sürtük’ü okumaya devam ettikçe kafamdaki olumlu imajlar yerlerini yavaş yavaş kuşkulu bir yaklaşıma bırakıyor. Sebebine gelecek olursak; Etik Sürtük monogamiye(tek eşlilik) karşılık poliamoriyi öne sürüyor.(çok aşklılık/eşlilik)Bunda bir sorun yok, aksine poliamoriyi tercih edebilecek birçok kadın ya da erkek olduğundan eminim. Ancak yaşadığımız coğrafya erkeğin birden çok kadınla birlikte oluşunu dini nikah ve kumalık başta olmak üzere birçok yoldan doğrularken bırakın birden çok erkekle beraber olan bir kadını onaylamayı, birden çok kadınla birlikte olan bir adamla özgür bir ilişki kuran ikinci kadını da galiz isimlendirmelerle yaftalıyor. Bunun altında da muhtemelen toplumumuzda seksin öncelikle bir üreme vasıtası olarak görülmesi yatıyor. Kısacası bizim hayatımızda seks evvela çocuk yapmak, sonra da kocamıza karşı “kadınlık vazifelerimizi” yerine getirmek için var. Bu noktada kitabın, özellikle bir “el kitabı” olarak, bizlerin hayatında somut bir karşılık bulacağından emin değilim. Zira en serbestimiz bile bir ilişkisi varken poliamoriye pek yakın durmuyor ve böyle bir çoklu ilişkiyi ancak bir tarafı aldatmak biçiminde yaşayabiliyor.

Oysa Etik Sürtük tamamiyle şeffaf bir cinsel hayat modeli öneriyor. Temelinde tüm tarafların açık rıza gösterdiği bir çoklu ilişki bağı var. Arkadaşça seksten seks partnerlerinden bir cemiyet kurmaya kadar uzanan bu çeşitlilikte herkes hoşlandığı bir ya da birkaç cinsiyette insanla ilişkiler kurabiliyor, ortak hayat süren eşler ilişkilerine hiçbir gölge düşürmeden birbirlerine uygun düşmeyecek fantezilerini gerçekleştirecek ekstra partnerler arayışına girebiliyor. Sıvı alış verişine ilişkin konular ya da seks yapılmayacak ortak yakınların listesi anlaşmaya bağlanırken eski bir seks partneri çocuğunuz kendisini bir dayı olarak benimsediğinden hayatınızın bir parçası sayılabiliyor. Peki bu noktada Etik Sürtük bize ne derece hitap ediyor?

Poliamoriyi bir yana bırakırsak kitabın bazı önerileri var ki tek eşli ilişkilere de rahatlıkla uygulanabilir. Bu önerilerin en başında tamamen açık bir iletişim geliyor. Kitap her cinsten okuruna duygularını, beklentilerini, isteklerini ve istemediklerini açıkça ifade etmeyi öneriyor. Açık ve net bir iletişim kurmanın ikili ilişkilerde de birçok sorunu ortadan kaldıracağına gönülden inanıyorum. Eminim Etik Sürtük’le beraber bu konuda yazılmış birçok başka kitap da vardır. Ancak benim bu noktada asıl dikkat çekmek istediğim özellikle kadınların isteklerini ortaya koymaya ve istemediklerini kesin bir dille reddetmeye teşvik edilmesi. İstekleri konusunda net olabilmek, bunları açık sözlülükle beyan edebilmek ve belki de en önemlisi istemediği şeyleri reddedilmek çoğu kere bir kadının hayatında çok önemli bir rol oynuyor.

Kadının birine ilgi duyduğunu belli etmesinin en nazik söylemle “hafiflik” sayıldığı, masumane bir flörtün bile tahrik olarak algılanabildiği, kadının ilişki kurma taleplerini kapalı bir biçimde reddetmesinin nazlanmak olarak kabul edildiği ve birlikte olduğu erkeğin cinsel ihtiyaçlarını karşılamanın kadının asli görevi sayıldığı bir coğrafyada böylesi bir tavsiye anahtar görevi görebilir. 21. Yüzyılda açık bir dille “…. İstiyorum.”  Ya da sadece “Hayır.” demek için bile teşvike ihtiyaç duymamızsa işin trajikomik kısmı olsa gerek.

Son olarak kitabın “Güvenli Seks” başlıklı bölümünün cinsiyet ayırt etmeksizin herkes tarafından okunması gerektiği kanaatindeyim. Hele ki dışarı boşalmanın doğum kontrol yöntemi sanıldığı, korunmanın sadece kadının sorumluluğu haline getirildiği, kürtajın çoğu jinekolojik şiddete dönüştürüldüğü ülkemizde…



Karlar Altında Bir Cehennem

İnsan günah işleyebilen hayvandır. Ve tek tanrılı dinlere göre kişi işlediği her günahın bedelini mutlak surette ödeyecektir. Bu bedel çoğu kez cehennemle ilişkilendirilir ve cehennem de kuşkusuz ateşle… Hatta kutsal metinlerde cehennem tasvirleri kimi zaman o kadar canlıdır ki cennetin tükenmek bilmez nimetleri bile sönük kalır yanında. Fakat kimi günahların hesabı öteki dünyaya kalmaz, defterimiz daha yaşarken dürülüverir. Cehennem de sandığınız kadar sıcak olmayabilir. Hatta kim bilir, belki karlar altındadır!Gaétan Soucy’ye ait ve Can Yayınları’ndan çıkmış olan Kefaret tam da bu türden, karlar altında bir cehennemde geçiyor. Geride bıraktıkları ile varmaya çalıştıkları arasında sıkışmış kahramanımız Louis’in henüz romanın başında gözünü kara saplanmış bir arabanın içinde açması boşuna değil. Böylelikle kendimizi daha baştan sıkışmışlık hissine kaptırmış oluyoruz. Önü, arkası karla kapanmış bir arafta geçiyor sanki bütün hikaye. Mekanlar da buna uygun olarak seçilmiş; bir tren garı, misafir olunan bir ev, org sesleriyle çınlayan bir kilise…  Ayrıca Kanada’nın yılın büyük bir kısmında karla kaplı ve soğuk ilkimi de mekanlar için güzel bir fon oluşturuyor.
Hikaye belli ki uzun bir süreçte, adım adım oluşmuş yazarın zihninde ve yazar ayrıntılar üzerine epey düşünmüş. Fakat  ne yazık ki kağıda dökülen hikaye yazarın zihnindeki kadar net değil. Anlatımdaki kapalılık okurun hikayeye adapte olmasını oldukça güçleştiriyor. Louis’in romanın başında varmaya çalıştığı kasabadan yıllar evvel pek hoş olmayan bir biçimde ayrıldığının farkındayız fakat bunca yıl sonra geri dönüşünün gerekçesinden bihaberiz. Louis’in ağırlığı altında ezildiği bir günahtan bahsediliyor fakat bu günahın konusu tümüyle belirsiz. Tek bildiğimiz bu konunun Louis’in yanlarına ulaşmaya çalıştığı Alman asıllı Von Craft ailesi ile bir bağlantısı olduğu ve bu geri dönüşün altında bir tür yüzleşme beklentisi yattığı. Bu gizem olay örgüsü içinde yer alan her ayrıntıya yoğun bir dikkat vermemize sebep oluyor. Okur tıpkı bir polisiye okur gibi ayrıntıların peşine düşüyor. Bir adaşlık durumu, eski bir mektup, çantaya tıkılan bir fare kapanı zihnimizde çözümlenmeyi bekleyen gizemi körüklüyor.
Kahramanımızın nihayet Von Craft ailesinin yanına varması da gizemi çözmemize yardımcı olmuyor ne yazık ki, aksine bizi başka gizemlerin içine sürükleyiveriyor. Bu sayede Louis’in asıl aradığının Von Craft ailesinin ikiz kızlarından Julia olduğunu öğreniyoruz. Artık yetişkin birer kadın olan bu ikizlerin (ve özellikle Julia’nın) çocukluk yıllarında müzik öğretmeni olan Louis ile bir alakası olduğu kesin. Fakat kitaptaki diğer tüm unsurlar gibi bu ilişki de son derece bulanık ve belirsiz. Ancak ikili konuşmalarda yapılan birtakım göndermeler bu ilişkinin cinsel bir içeriği de olduğu hissini uyandırıyor.  Louis ve Julia arasında sürekli beklenen, fakat bir türlü gerçekleşmeyen bir karşılaşma, yüzleşme de okurda büyük bir tatminsizlik yaratıyor.
Aslında kitap birçok ipucu içeriyor fakat bu ipuçları bir fırtına neticesinde birbirlerinden çok uzağa savrulmuş gibiler. Aslına bakarsanız kitaptaki unsurlar daha ziyade hukuktaki “delil başlangıcı” kavramına karşılık geliyor; derin bir şüphe uyandırıyor fakat asla kesin bir şeye dalalet etmiyor. Bir noktadan sonra sürekli önümüze sunulan, ama bir türlü devamı getirilmeyen durumlar karşısında yine romandaki bir kahramanın ağzından alıntılamadan edemiyorsunuz: “Aramızda kalsın, söylesenize, gerçekten ne yapmaya gittiniz oraya?” Ancak ne yazık ki bu soru da romandaki bir kahramanın dilinin ucuna kadar gelen ve sonra yutulan bir soru olarak kalıyor. Dolayısıyla bir cevap da verilemiyor.
Bu sorunun cevabı yazarın zihninde muhakkak vardır diye düşünüyorum. Bana sorarsanız yazarın zihnindeki hikaye bir tür noktaları birleştirme oyununa benziyor. Ancak noktalar hem çok karıştığı, hem de numaralandırılmamış olduğundan okur tarafından düzgün birleştirilemiyor ve her seferinde başka bir resim çıkıyor ortaya. Sonuç olarak sorulardan mütevellit, cevaplardan mahrum bırakıldığımız bir metinle karşı karşıyayız. Bize sunulan doneler de tatmin edici bir cevap oluşturmamıza yetmiyor ne yazık ki. Sanki romanın tümü bir girizgahtan ibaretmiş gibi. Bir trajedi havasında gelişen hikaye trajedinin temel unsurlarından katharsisi barındırmıyor.
Son sayfayı okuyup kitabı kapattığınızda ise tek cümlelik bir çıkarım beliriyor zihninizde. Louis: Gölgeler ve vehimler arasında, rüzgarla beraber savrulan bir adam…

1 Mayıs 2014 Perşembe

Kafatasımdaki İşkenceci

Akıl ve dürtü aynı kaynaktan doğar, fakat bu kardeş oldukları manasına gelmez. Hatta akraba bile sayılmazlar çoğu kere. Akıl ve dürtü ancak birbirlerinden pek hazzetmeyen fakat gidecek başka yerleri de olmayan ev arkadaşları olabilirler ve beraber yaşamak zorunda oldukları evleri de tam olarak bizim kafatasımızdır.

 O. Henry Öykü Ödülü sahibi John Biguenet’in kaleminden çıkan ve İşkencecinin Yamağı adı altında toplanmış öyküler tam da akıl ve dürtünün kesiştiği yerde; zihnimizin karanlık oturma odasında geçiyor. Kahramanlarımızın kimi yıllar yılı sinsi bir ur gibi büyümüş arzuları ile ahlaki değerleri arasında sıkışmışken kimisi kişiliğinin altından dişlerini gösteren karanlık doğası ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu öykülerde kahramanların ahlaklı, erdemli, ışıltılı olmaları gerekmiyor. Bu öykülerde kahramanlar daha ziyade özlerindeki dürtüleri ahlaklı ve erdemli olmak adına bastırmaya çalışan, dürtülerinin yarattığı suçluluk duygusuyla yanan, tekinsiz kimseler. Karakterlerin hemen hepsi kafataslarının içinde kendi işkencecileriyle yaşıyor ve bastırma çabaları ve suçluluk duygularıyla kafataslarındaki işkencecinin birer yamağı vaziyetindeler. Bu durum bana aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin adı olan İşkencecinin Yamağı’nın bir üst başlık olarak seçilmesinin tesadüf olmadığını düşündürüyor.

Kitap kimi uzun, kimi kısa on dört öyküden oluşuyor. Kısa öykülerden olan “Gül” yazarına O. Henry Öykü Ödülü’nü kazandırmış. Saplantılı bir özlemden yola çıkan bu öykü bir yönüyle de çok anlaşılır ve naif olmayı başarıyor.  Saplantılı durumlar yalnızca bu öyküye has değil üstelik; isimsiz kahramanımız ne yapacağını bilemediği bir köle ile boğuşup dururken genç avukat Lagarde aşkı ve estetiği bir çamaşır leğeninde yıkanan minyatür bir kadında bulabiliyor. Gregory aşkı için omurgasını feda ederken Mr. Anderson mezarlıktaki o akşamüstünü bir türlü aklından silip atamıyor. Fakat eninde sonunda bütün karakterler ahlaki birtakım krizler yaşıyor ve kendi ikilemleriyle boğuşuyorlar.
Öyküler yer yer başka müşterek unsurlar da içeriyor. Öncelikle bütün baş karakterler erkek ve erkeksi bir dil ve üslup hikayelerin geneline hakim. Bu durum ayrıca bütün olayların daha ziyade erkeğin perspektifinden anlatılması sonucunu da doğuruyor. Kendi adıma bu durumun beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Ancak kadın perspektifinden öyküler de yer alsa seçkiyi zenginleştirir miydi, yoksa mevcut akışı bozar mıydı, doğrusu emin olamıyorum. Bu erkeklerin bir kısmının ortak noktası ise baba olmaları; Gül, Kızımla Öğle Yemeği, Baba Olmak ve Açık Perde çocuk sahibi olmanın ( ya da olamamanın) türlü hallerini babaların gözünden önümüze sürüyor.
Öyküleri toplayabileceğimiz bir diğer üst başlıksa din. Ham Ruh, Ben Yahudi Değilim ve İşkenceninin Yamağı okuru inanç ile ahlak arasında kimi yüzyıllardır süren tartışmalara sürüklüyor. Bir inanca sahip olmak, bir  inanca mensup olmak, bir inanca hizmet etmek ya da bir inançtan faydalanmak… Bunların tümü de kahramanlarımız için geçerli. Basit bir adam vücudunda baş gösteren yaralarla sahip olmadığı bir inancın bir tür peygamberine dönüşürken, kimileri bir inancın mensubu olmadığı için sevinçle karışık bir utanç duyabiliyor ya da bir işkenceci Tanrı’nın önde gelen bir hizmetkarı kabul edilebiliyor. ( Hele ki mevzubahis birtakım zındıklara işkence etmekse!) Bu üç öykünün bir diğer noktası ise inançlara savunucu değil, sorgulayıcı bir noktadan yaklaşması.
Öykülerin bir kısmıysa baş karakterleri bakımından benzeşiyor; Benim Köle, Sanat Eseri, Gregory’nin Kaderi ve Hadi Yap öykülerinin baş karakterleri arzuları, duyguları, dürtüleri  ile ahlaki değerleri, mantıkları, sosyal konumları arasında sıkışmış genç adamlar. Bu genç adamların  çoğu sefer arzuyu ahlaka ve duyguyu mantığa değişirken sosyal konumları konusunda bu kadar esnek olamıyorlar. Fakat asıl şaşırtıcı olan arzuları ve duyguları doğrultusunda hareket etmelerinin bir biçimde sosyal konumlarında iyileşmeye sebep oluşu.
Kitapta yer alan son öykü olan Bir Daha Görünmezler baş karakterinin de bir öykücü oluşu sebebiyle en çok dikkatimi çeken öykü oldu. Bu öykü genel yapısı ve yarattığı duygu itibariyle kitaptaki diğer öykülerden farklılaşıyor ve nedense yazarın kendi yaşamından bir anıyı biz okurlara sunduğu hissi doğuruyor. Bir öykü anlatıcısının kendisine öykü anlatmayı öğreten adama, babasına duyduğu derin özlem her satıra sinmiş durumda. Diğer on üç öykünün ardından duygu yoğunluğu yüksek bu öykü aynı zamanda bir kreşendo etkisi yaratıyor ve okura güçlü bir final hissi yaşatıyor.
Geneli itibariyle her biri birer mikro-roman sayılabilecek on dört güzel öyküden oluşan İşkencecinin Yamağı özellikle öykü okumaktan hoşlananlar için çok doğru bir seçim. Gizemli, çekici ve tekinsiz…

İşkencecinin Yamağı
Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık
Nisan 2014, 233 syf.

Bu yazı sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır.

Ergenliğin Karanlık Suları

Haydi gelin kabul edelim; ergenlik bir beladır. Tıpkı ölüm gibi hayatın bir yerinde hepimize isabet eden talihsiz bir piyango. İtiraf etmem gerekirse ergenlik çağındaki bireylerle ortak zaman geçirmekten pek hoşlanmam. Ergenlik çağındayken kendimden de pek hoşlanmazdım, ne yalan söyleyeyim. Seçilmiş bir asosyalliğin içinde dünyanın geri kalanına tepeden bakan, ukala, düpedüz ekşi biriydim. Hala biraz ukala, biraz da ekşi olduğum söylenebilir ama insanın yaşla beraber edindiği bir takım güzellikler de var elbette. Bir bakıyorsunuz eskiden sadece ekşiyken ekşi-tatlı sosa dönüşmüşsünüz. Uzakdoğuluların kesinlikle var bir bildiği. Ve ironi de ancak yaşayarak elde edilen bir yetenek.

Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız romanının baş kişisi Ida 17 yaşında bir kız. Bay K. onu göl kenarında taciz ettiğinde 14 yaşındaydı. Babası onu kurtarmaya gelmediğinde süperkahraman diye bir şey olmadığını öğrenmişti. Babası o sırada Bayan K. ile oynaşmakla meşguldü. Böylelikle Ida kendini bilinen en meşhur psikiyatristlerden birinin divanında buldu: Herr Sigmund Freud’un.

Dora aynı zamanda Freud’un en meşhur vaka analizlerinden birinin de baş kahramanı. Freud asıl adı Ida Bauer olan danışanıyla 1900 yılında toplam 11 görüşme yapıyor ve bu görüşmeleri Dora, Fragments of an Analysis of a Case of Hysteria başlıklı çalışmasında topluyor. Lidia Yuknavitch’in kitabının olay örgüsü de Freud’un bu çalışmasına dayanıyor. Yazar bu çalışmadan “esinlendiğini” kendisi de belirtiyor ama bana sorarsanız durum esinlenmenin biraz ötesinde. Hatta Dora vakasının kitapta olduğu gibi kullanıldığını söylesek yalan olmaz. Dora’nın ilgisiz ebeveynleri, Bay ve Bayan K., Dora’nın maruz kaldığı cinsel taciz ve bu doğrultuda gelişen başta sessizlik olmak üzere birçok semptom, hatta Dora’nın rüyaları bile kitapta kopyalanmış durumda. Vaka analizinde olup da kitaba aktarılmayan yegane şey Dora’nın erkek kardeşi Frank; ki bu durum bende sadece yazarın fazladan bir karakterle uğraşmak istemediği hissi doğuruyor.
Gerçek bir vakanın bir romana konu edilmesi elbette yeni bir şey değil. Hatta Truman Capote tümüyle gerçek bir cinayet vakasına dayanan romanı Soğukkanlılıkla ile non-fiction( kurgusal olmayan) ifadesini de edebiyata katmış durumda. Ancak bu noktada yapılması gereken bir ayrım var: Yazar romanında gerçekten yaşanmış bir durumu mu anlatıyor, yoksa gerçekten yaşanmış bu durum yazarın öyküsüne şık bir fon mu oluşturuyor? Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız için ben ikincisinin daha geçerli olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz; romanda Freud ile Dora arasındaki ilişki son derece yüzeysel ve romanın geneline hakim değil. Dora’nın Freud’dan intikam alması durumu da herhangi bir temeli bulunmaması sebebiyle çocukça bir heyecan arayışı olmaktan öteye geçemiyor. Zira romanda Dora’nın Freud’dan intikam almasını gerektirecek bir sebep yok. Evet, Dora bir biçimde Freud’dan nefret ediyor ama nedensizce nefret ediyor. Birinden nedensizce nefret etmek pekala mümkün ama bu nefret bir intikam doğurur mu? Hayır, çünkü intikam bir etkiye karşı gösterilen tepkinin ifadesidir ve Freud’dan bu tepkiyi doğuran bir etki gelmiyor. Dolayısıyla romanın temeline oturan intikam da ne yazık ki havada kalıyor.

 Dora vakasının bu kadar meşhur olmasının sebeplerinden biri de Freud’un yaklaşımın en çok eleştirildiği vaka olması. Psikiyatri çevrelerinde Freud’un Dora’ya yaklaşımı ve ondan gelen verileri yanlış yorumladığı konusunda ciddi eleştiriler mevcut. Gülenay Börekçi’nin Lidia Yuknavitch ile yaptığı röportajdan anladığımız üzere yazar da Freud’u eleştirenler safında duruyor. Bu durum kitabı elime alırken yazarın Freud’a alternatif bir yaklaşık getireceğini, böylelikle Ida’nın da kendine bir çıkış yolu bulacağını ummama sebep oldu. En kötü ihtimalle Freud’un yöntemine sıkı bir eleştiri bekliyordum doğrusu. Ancak kitapta umduğumu bulamadığımı söylemek zorundayım. Sigmund Freud kitapta bir tip, zayıf bir entelektüel karikatürü olmaktan öteye gidemiyor. Dora ve Freud arasındaki ilişki de ne yazık ki derinlikten uzak ve basit bir dalaşmanın ötesine geçemiyor. Ayrıca ikili arasında geçen seanslarda da bir ilerleme kaydedildiğini söylemek güç. Finalde yapılan zaman atlamasının ardından karşımıza tüm sorunlarını aşmış ve dengeli bir yetişkin ağzıyla konuşan bir Dora çıkınca düşünmeden edemiyor insan: Dora’nın tek sorunu 1.7 milyon doları olmaması mıydı?
Ayrıca romanın bir iddiası da (Palahniuk’un önsözünden ve yazarın demeçlerinden beni anladığım kadarıyla) bir popüler kültür eleştirisi olması. Ancak bu noktada yazarın kendi kazdığı kuyuya düştüğünü itiraf etmek zorundayım. Zira roman bir “best seller” kitabın tüm özelliklerini barındırıyor. Bugün yer altı edebiyatı olarak anılan ve kendi kitlesini hızla geliştirerek anti-kültürel ortamlarda hızla popülerleşen bir akımın bütün özellikleri analiz edilerek ve bu özelliklere uygun olarak yazılmış bir kitap var karşımızda.  Bu sebeple bu kitaba bir anti-kültür ürünü demek sanırım yanlış olmaz.
Sonuç itibariyle yazarın Freud’un en ünlü danışanı Dora’ya yeni bir form vermekten ziyade bu güçlü olay örgüsünü kendi hikayesini güçlü kılmak için kullandığını düşünmeden edemiyorum.  Bana kalırsa meşhur Dora’nın değil, ilgisiz ebeveynleri ve zorlayıcı hayatıyla biraz güç bir ergenlik yaşayan Ida’nın hikayesi bu. Ancak yiğidi öldürsek de hakkını yememek gerek. Dora : Freud’a Kafa Tutan Kız kolay okunan, eğlenceli bir hikaye. Bir otobüs koltuğunda işe giderken ya da evinizdeki en rahat kanepede bir fincan çayla beraber size keyifli birkaç saat sunacağı kesin. İyi okumalar.


Bu yazı daha evvel sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır.

Güzelliğe Dair...

Güzelliğe Dair (On Beauty) ülkemizde Elif Şafak'ın İskender adlı romanını yazarken  'esinlendiği' iddia edilen ''İnci Gibi Dişler'' romanıyla tanınan Zadie Smith'in üçüncü kitabı. Rembrandt konusunda uzman biri muhafazakar, diğeri liberal iki akademisyen ve ailelerini ile onların özelinde akademik çevreleri konu alan roman adını Elaine Scarry'nin ''On Beauty and Being Just'' adlı denemesinden alıyor.
İnci Gibi Dişler'de gördüğümüz birçok ögeyle bu romanda da karşılaşıyoruz. Köken bu ögelerin başını çekiyor. Bilindiği üzere Zadie Smith Jamaika'lı bir anne ile İngiliz bir babanın çocuğu. Siyah kadınla beyaz adamın evliliği İnci Gibi Dişler'e Archie ile Clara'nın evliliği ile yansırken Güzelliğe Dair'de Howard - Kiki çifti karşımıza çıkıyor. Zadie Smith'in siyah kadınları ve beyaz adamları fiziken de birbirine benziyor: Siyah kadınlar her zaman iri ve sağlam yapılıyken  beyaz adamlar dünyaya kırılgan gözlüklerinin ardından bakıyor. Her  iki kadın da yönetici ve buyurgan, eşleri üzerindeki etkileri ilk bakışta seziliyor. Bu tanımlamalar Zadie Smith'in  köklerine bakışı  ve içinde büyüdüğü aile hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor.

Göze çarpan bir diğer benzerlik de biçime dair: Her iki aile de iki aile etrafında şekilleniyor ve her iki hikayede de olayların akışına etki eden üçüncü bir aile var. İnci Gibi Dişler'de temel hikaye Jones ve İkbal aileleri arasında şekillenirken hikayeye sonradan dahil olan Chalfens'lerle üçgen tamamlanıyor. Güzelliğe Dair'de de hikaye Belsey'ler ve Kipps'ler arasındaki çekişme üzerinden ilerlerken Claire - Erksin çifti (özellikle Claire) hikayeyi çetrefil hale getiriyor. Ayrıca İkbal'ler ve Chalfens'ler arasındaki inanç-akıl ikileminin bir benzeri Belseyer ve Kipps'ler arasında da yaşanıyor.

Smith'in takip ettiği bir diğer tema da yabancı bir ülkede bulunma hali ve dindarlık. Bu iki temayı da siyahi Kipps ailesi üzerinden görüyoruz. Romanda dindar Kipps ailesi İngiltere'den Amerika'ya göçüyor ve ailenin babası Monty Kipps Boston'ın akademik ortamına dahil oluyor. Böylece romanın temel mekanı Boston'da bir kolej haline geliyor. Bu da ister istemez romanı yazmasının hemen öncesinde Harvard Üniversitesi'nde Radcliffe Institute For Advanced Study Fellow’a katılan Zadie Smith’in içinde bulunduğu ortamı romanına yansıttığını düşündürüyor. Smith'in romanında yansıttığı tipik bir kolej ortamı olmakla birlikte çizdiği akademisyen tipleri üzerinden burjuva ahlakını eleştiriyor. 

Kitabın temel konusu olan güzellik kavramına gelecek olursak; bence Zadie Smith birçok konuya değinmeye çalışırken ana konusunu yitiriyor. Yazarın güzellik kavramını birçok farklı boyutuyla ele almaya çalıştığı belli. Howard Besley ve Monty Kipps'in Rembrandt konusunda uzman olmaları güzellik kavramının  Rembrandt ve çağdaşlarının estetik algısı üzerinden değerlendirileceği beklentisini doğuruyor ancak 554 sayfa  boyunca  Howard Belsey'in verdiği birkaç ders dışında Rembrandt'a çok çok az değiniliyor. Bu derslerde dikkat çekilen birkaç öğrenci karakterin romanın geri kalanında ortadan kaybolması da cabası. Sanatsal açıdan (ve resim sanatı özelinde) güzellik kavramı daha çok Kiki Belsey ve Carlene Kipps'in sohbetlerinde göze çarpıyor. 

Yazar romanın bir kısmında edebiyatta güzel olanın peşine düşüyor ve Carl karakterini ortaya atıyor. Carl Spoken Word denen bir çeşit şiir-performans ustası. Öykünün bir yerinde üçgenin son köşesi şair- akademisyen Claire'in ilgisini çekerek onun şiir sınıfına katılıyor ve romanın temelindeki akademik çevreye dahil oluyor. Romanın belli bir kısmında Carl'ın şiirlerinin yarattığı sanatsal değer  ile estetik algı değerlendiriliyor ve şiir ile rap müziği kıyaslanıyor. Ancak hikayenin ilerleyen kısmında Carl'in şair tarafı yok ediliyor ve Carl genç kadınları birbirine düşüren ve insanların iç yüzünü ortaya çıkaran bir erkek olmaktan öteye gidemiyor.

Yazarın güzelliği ele aldığı noktalardan biri de fiziksel güzellik. Victoria Kipps romanın başından itibaren dillere destan bir güzellikle salınıyor sayfalar arasında. Öyle ki Victoria'nın güzelliği erkeklerde bir çaresizlik duygusu yaratmaya kadar uzanıyor, adeta dizginleri ele geçiriveriyor. Victoria'nın görünürdeki karşıtı . Howard-Kiki Belsey'in kızı Zora iken güzellik anlamında asıl karşılığı Kiki Belsey. Zira Victoria genel anlamda güzelliğin tüm ögelerine sahipken Kiki yıllar içinde formunu yitirmiş vücuduna rağmen kendine has bir güzelliği koruyor. Victoria'nın görünürdeki rakibesi Zora ise ortalama güzellikteki tüm kadınların yapacağını yapıyor ve Victoria'yla olan mücadelesini kendi güçlü alanına çekiyor; akademik başarıya. Ancak hayattakine benzer biçimde Victoria'nın fiziki güzelliği erkeklerde şehveti tetiklerken (ki bu noktada American Beauty'yi çağrıştırmıyor değil.) Zora'nın çabaları olsa olsa arkadaşlığı doğurabiliyor. 

Ancak yine de son sayfaya geldiğinizde 'güzelliğe dair' bir roman okuduğunuz hissine kapılmıyorsunuz.. Her adımda dallanıp budaklanan ve dağılan hikayeyi takip etmek oldukça güç. Ayrıca hikaye yer yer büyük sıçrayışlar yapıyor ancak okuyucuyu bu sıçrayışlara hazırlamakta yetersiz kalıyor. Karakterler kendilerini bir anda bambaşka durumlarda bulabiliyorlar ve okuyucu bu durumlara nasıl gelindiğini anlamakta güçlük çekiyor. Ayrıca karakter yaratma konusunda elini bol tutan Smith karakterlerini boyutlandırma konusunda zayıf kalıyor. Romanda en iyi boyutlandırılan karakterler; Kiki, Howard, Zora ve ( romanda epey az yer tutmasına rağmen) Carlene Kipps. Carl da başlangıçta ilginç bir portre çizerken sonlara doğru prototipleşmekten kurtulamıyor. Benzer şekilde Claire de umut vaad ediyor ancak onu da bir yerde yitiriyor ve bir daha bulamıyoruz. Belsey ailesinin oğulları Jerome (romanda çok zayıf bir yere sahip) ve Levi ile Monty Kipps ise tahmin edilebilir tipler çiziyorlar. Monty Kipps'in romanda yapılan burjuva ahlakı eleştirisi gereği daha iyi boyutlandırılmış olması gerektiği dikkat çekiyor. Viktoria Kipps ise başlı başına bir vak'a. Roman boyu Viktoria ile ilgili bir kanı oturtmak mümkün değil. Bu sayılanların dışında daha bir çok karakter bir görünüp bir kayboluyor ve birçoğu okuyucuda beklenti yaratıp sonrasında bu beklentiyi karşılamıyor.

Sonuç olarak  elimizde birçok konuya değinmeye çalışırken hepsinde bir şekilde yarım kalan ve kucağımıza bir yumak bırakıp kaçan bir roman var. Birçok açıdan İnci Gibi Dişler'e benzer, ancak genel olarak bütünlük duygusundan uzak ve okuyucuda bir tamamlanmışlık duygusu yaratamıyor. Yine de Zadie Smith'in bu romanı kaleme aldığı sıralarda henüz otuz yaşında olduğunu unutmamak ve Zadie Smith'i takip etmekten vazgeçmemek gerek.

Sevgiler,
E.

Güzelliğe Dair
Yazar. Zadie Smith
Çevirmen: Berna Kılınçer
Everest Yayınları
554 Sayfa

10 Nisan 2014 Perşembe

Genç Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Genç olmanın dayanılmaz bir hafifliği vardır. Öyle ki bu hafiflik hiçbir şeye benzemez. Tabirin içinde geçen “dayanılmaz” sözcüğü ona gizli bir cazibe katsa da esasen bu hafifliğe katlanılmaz demek daha doğru olur. Evet, genç olmanın katlanılmaz bir hafifliği vardır!

Neden katlanılmaz bu hafifliğe? Dayanılmaz olan birtakım ağırlıklar değil midir çoğu zaman? Çelişkili gibi görünse de esasen basit bir cevabı var bu sorunun. Hafifliğe dayanması daha zordur. Çünkü omzunuza yüklenen ağırlık karşısında herkes sizden yana olur ve ağırlığın cinsine göre size gizli bir saygı duyarken hafiflik tepenizde dolaşan ve sizden başka kimsenin göremediği kara bir bulut gibidir. Bu yüzden hafifliği sırtlayan kimseler her zaman yalnız ve kara bulutlarıyla baş başadırlar.


Taşıması en zor hafifliklerden biridir genç olmak. Çünkü diğerleri sizi yok saymakla kalmaz, size içten içe bir öfke de duyarlar. Sizden yaşça küçük olanlar için erişmek için yanıp tutuştukları yasak bir meyvedir gençlik. Yaşça sizden büyük olanlar içinse elden kaçırılmış beyaz bir kuştur ve bu kuşun bir daha yakalanma ihtimali olmadığı açıktır. Sizinle bu dayanılmaz hafiflik konusunda duygudaşlığı olmayan akranlarınız ise sizi adeta hor görürler. Hayatın bazı kuralları vardır onlara göre. Bu kurallara uyamamak da sizin kabahatinizdir. Üstelik sizi hor görmekten gizli bir gurur duyarlar adeta. Oysa o akranınızdır ama hiç genç olmamıştır. Bir yetişkinlik telaşıdır onunki.

Tuğba Doğan’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Musa’nın Uykusu da tam bu türden bir hafiflik üzerine kurulu. Ağırlıklı olarak bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı roman gerek anlatım dili, gerekse biçimiyle Oğuz Atay’ın fenomen haline gelen romanı Tutunamayanlar’ı akla getiriyor. Bu hikaye de tıpkı Tutunamayanlar gibi bir özne (Tutunamayanlar açısından Turgut Özben) ve bu öznenin hayat akışını kıran ve özneyi bilincinde karanlık bir yolculuğa sürükleyen bir özne/nesne (Tutunamayanlar açısından Selim Işık) arasında kurulu. Burada da özne/nesne varlığından çok yokluğuyla etki yaratıyor.
 Hikaye kitaba adını veren Musa’nın romanın baş karakteri Zeliha’nın evinde bütün hayal kırıklıklarının bir timsali gibi belirmesiyle başlıyor. Zeliha’nın kendisine bir müttefik olacağı inancıyla uzun uzadıya beklediği kardeşi Musa önce gecikmesiyle, sonra da gecikmesinin şekil verdiği varlığıyla hayal kırıklıklarının sıfır noktası oluyor Zeliha için. Bir müttefik bekleyen Zeliha karşısında ancak ve ancak bir kader ortağı buluyor ve Zeliha ile Musa’nın mecburi yol arkadaşlığı da böylece başlamış oluyor. Zeliha’nın müttefikini bekleyişi öyle uzun sürüyor ki bir noktada beklemek bir varoluş biçimi haline geliyor Zeliha için. Zeliha kardeşini bekliyor. Zeliha o evden çıkacağı günü bekliyor. Zeliha romanını yazmayı bekliyor. Zeliha sırasının gelmesini bekliyor. En çok Musa’nın ölmesini bekliyor. Musa ki Zeliha’nın bütün bekleyişlerinin bekçişi. Ateşler yakmıyor Musa’yı. Ne yapsa ölmüyor!
Bakmayın bu satırlarda öyle göründüğüne, bir süper kahraman değil Musa. Aksine öyle pasif, öyle durağan ki adeta bir taşın ağırlığına sahip. Pasifliği de sığlığından değil üstelik, tamamiyle başka bir dünyanın insanı oluşundan. Evet evet, kesinlikle bir meteor bu Musa! Zeliha’nın evinin, hayatının, aklının,  dayanamadığı gençliğinin ortasına düşen bir meteor. Öyle bir delik açıyor ki düştüğü yere artık hafızasında ne varsa geçmişe ve geleceğe dair kusmalı bu çukura Zeliha. Kusmalı ki senelerdir ihtimamla sakladığı bu yara gün yüzüne çıkmasın. Kusmalı ki bu dayanılmaz hafifliğin altında ezilip kaybolmasın.
Musa suya bırakılandır. Zeliha su perisi. Yaralarsa ancak onları kabul edip kaşımayı bıraktığımızda kabuk tutmaya başlar. Ve bütün nehirler her zaman Musa ile Zeliha’yı kavuşturur.
Tuğba Doğan düşünce ülkesinin topraklarından başka yerle vatandaşlık bağı olmayan, kimi zaman amaçsızlığı kimi zamansa amaçlarının ufuk çizgisinde bir noktadan ibaret oluşu altında ezilen, hiçbir zamana tam manasıyla ait olamayan ve kader çizgisinin bir yerde kırılmasını umutsuzca bekleyen kendi kuşağından bir kadının hikayesini içtenlikle anlatmış. Siz de gençliğin dayanılmaz hafifliğine karşı Zeliha’ya bir omuz vermek isterseniz Musa’nın başı göğsünüze yaslanmak üzere bekliyor.

Musa’nın Uykusu
Tuğba Doğan / Şubat 2014
Yapı Kredi Yayınları, 153 sayfa.

Bu yazı 12.03.14 tarihinde www.sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır. 

18 Mart 2014 Salı

Bir Delinin Anatomisi

Bir insanın neden delirdiğine dair binlerce neden sayılabilir ama insan nasıl delirir? Birdenbire mi? Bir şimşek gibi çakan bir şey midir delilik? Etrafımızı yavaş yavaş saran, karanlık bir boşluk mudur yoksa? Sahi, delilik nedir?

Hatıralar neden yapılmıştır ki bu kadar uçucudur? Bu yüzden mi kayıt altına almadan duramayız onları? Hatırlayınca mı kaydederiz onları? Unutmamak için mi? Ya da ileride hatırlamamıza yardımcı olmalarını mı umarız?


Gogol’ün Delinin Hatıra Defteri adlı uzun öyküsünü ilk okuduğumda 11 yaşındaydım. Babamın kitaplığından geriye kalmayı başarmış birkaç kitaptan biriydi. Vişne çürüğü renkte bir kapağın üzerinde siyah harflerle “Bir Delinin Hatıra Defteri” yazardı, o kadar. Benim çocuk edebiyatından yetişkin edebiyatına geçişimin ayak sesleriydi bir bakıma. Gogol’ün üslubundaki ince ironi beni mest etmişti o zamanlar. Düpedüz komik adamdı bu Gogol! Aksenti İvanoviç denen deli de ondan aşağı kalmazdı hani.

Bu akşam bu eski dostum Devlet Tiyatrosu Üsküdar Tekel Sahnesi’ndeydi. Oldukça maceralı bir biçimde edindiğimiz biletlerimiz cebimizde, soluğu sahnede aldık. Sahnenin ortasında dev bir vinç, vincin demir sepetinden sarkan bir ayak, her yan duman. Kapılar kapanıyor, haydi oyun başlasın!

Erdal Beşikçioğlu’nun ününe yaraşır bir oyunculuk yeteneği olduğu apaçık. Beylik bir laf vardır. “Oyuncunun enstrümanı bedenidir.” denir. Erdal Beşikçioğlu’nun bu enstrümanın virtüözü olduğunu söylesek herhalde yanlış olmaz. Bir saat on beş dakikalık oyun süresi boyunca vincin üzerinde ayak basmadık yer bırakmayan ve vücudunu olabilecek en üst performansta kullanan çelimsiz görünüşlü bu adam bu kas yapısını neresinde saklamış bugüne dek!

Ancak Erdal Beşikçioğlu’nun bu takdire şayan oyunculuk becerisine rağmen oyunun ilk 20 dakikasının benim için oldukça zorlayıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Erdal Beşikçioğlu’nu daha evvel sinemada ve televizyonda izlemiştim ama hiç sahnede izleme fırsatım olmamıştı. Sinemadaki gerçeklikle tiyatrodaki gerçeklik bambaşka şeyler olduğu için açıkçası karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum. Ve izlemekte olduğum oyuna yoğunlaşmama engel olan, beni huzursuz eden bir şey vardı. Yavaş yavaş bu şeyin ne olduğunu çözmeye başladım. Sahnede adım adım delirmekte olan bir adam yoktu. Zaten delirmiş bir adam vardı. Üstelik metnin kurgusuna baktığımızda göreceğimiz üzere bugünden geriye bakılarak anlatılan bir öykü değildi bu, aksine bir güncenin ruhuna uygun olarak neredeyse günü gününe kaydediliyordu. 

Bana sorarsanız bu durum Aksenti İvanoviç’in deliliğinin yükselen bir seyir izlemesini zorunlu kılıyor. Mevcut reji dahilinde de elbette yükselen bir çizgi takip ediliyor ama başlangıç noktası yükseklerde bir yerde seçildiği için seyrin yükselişi dar bir aralığa sıkışmış durumda. Dolayısıyla oyunun ilk yarısında seyirci bu yüksek başlangıç çizgisinden başlayan oyuncuya yetişmek için adeta koşmak zorunda kalıyor. Seyirci oyuncuya yetiştiği noktada öyle hızlı yükselmiş oluyor ki bu kez de oyuncudan kendi hızına yaraşır bir yükseliş beklemeye başlıyor.

Bu en azından benim için böyle oldu. Delirmekte olan bir adamın hikayesini beklerken delirmiş bir adamın hikayesiyle karşılaştım ve karakterin deliliğine eşlik etmek için tutturduğum tempo oyunun geri kalanına fazla geldi. Bir öykü ile tiyatro oyunu arasındaki farkları kabul etmek gerekir elbette. Öyküyü okuyan ben yazar Gogol’ün birinci dereceden muhatabıyımdır. Ancak oyunu izleyen ben ancak Gogol’ün birden fazla yorumcusuyla muhatabımdır. Kısaca okurluk peygamberlik mertebesiyse izleyicilik müminlik seviyesidir denebilir bu ilişki dahilinde. Bu iki makamda da bulunmuş biri olarak bana sorarsanız köpeklerin konuştuğuna inanan bir adamın deliliğiyle kendini İspanya Kralı sanan bir adamın deliliği arasında mutlak bir dozaj farkı vardır.

Gogol’ün manik-depresif kişilik bozukluğu kavramını bilme ihtimali yok ancak böyle bir karakteri sezgileri yoluyla bulması çok mümkün. Bu yüzden de amirinin kızına duyduğu karşılıksız ve imkansız aşkla son derece depresif bir planda başlayan Aksenti İvanoviç’in önce kendini İspanya Kralı sanmaya kadar varan bir manik evre izleyen, hikayenin finaline doğru tekrar depresif bir evreye giren ve yalnız ve yalnız son cümlesiyle tekrar manik bir evreye göz kırpan hikayesinin birtakım keskin dönemeçler içermesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak mevcut reji içerisinde bu dönemeçlerin oldukça silik olduğunu söyleyebilir. Çoğunlukla manik bir adam var sahnede.

Fakat eninde sonunda bir metnin muhataplarının sayısı kadar farklı yorumu olduğunu da kabul etmek zorundayız. Benim 11 yaşında tanıştığım eski arkadaşıma kendimce getirdiğim yorum Cem Emüler ve Erdal Beşikçioğlu’nun yorumuyla pek benzeşmiyordu, hepsi o.

Sonuç itibariyle mevcut sanat ortamımızın ortalamasının çok üstünde bir oyunculuk ve sahne/ışık tasarımı içeren keyifli bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ancak bu yazıya son vermeden evvel söylemek istediğim son bir şey var: Her ne kadar kendimi çocuklara Noel Baba’nın gerçekte var olmadığını söyleyen biri gibi hissetsem de gözlemlerin doğrultusunda belirtmek zorundayım; sahnedeki adam Behzat Amir değil, Erdal Beşikçioğlu.
Sevgiler,
E.

11 Mart 2014 Salı

Ölü Kahramanlar Ülkesi

Kalplerimiz birer yumruk gibi sıkılı. Ne yapsak gevşetemiyoruz. Berkin’e umudun çocuğu derken ne kadar haklılarmış meğer!  Sen gittin, umudumuz da gitti Berkin. Bugün bütün camların buğusuna senin adını yazdım, biliyor musun?

Ah Berkin, sen evine omuzlar üzerinde mi dönecektin benim kara gözlü kardeşim! Senin evine kucaklarda dönmen gerekirdi halbuki.  Ah Berkin, ah anasının kuzusu, seni yaşatamadık. Bizi affet. Yüzün şimdi her yerde, baktığımız her yerde seni görüyoruz. Ah Berkin, sana “Adalet yerini bulacak.” diyebilmeyi ne çok isterdim! Ama bu ülkede bir neslin katili çıktı da mahkemeye ne oldu? Yaşı senden hepi topu 1-2 yaş büyük Erdal’ın fotoğrafına gösterdiler de “ Bu kim? Tanımam!” dedi. Belki senin katillerin de yüzünü unutur ama ya biz? Ya annen? 

Sabahtan beri “Berkin Elvan Ölümsüzdür” deyip duruyor birileri. Bu elbette kötü bir cümle değil ama ben diyemiyorum işte, kalbim sıkışıyor. Sanki annen karşıma dikilip de “Sen onu bir de bana sor             !” diyecek gibi geliyor. Sonra Ali İsmail’in annesinin sözleri geliyor aklıma. “Bana ağlama, oğlun kahraman oldu diyorlar. Kahraman olmasaydı da yaşasaydı. O daha çocuktu!”

Bu ülke ölü kahramanların ülkesi Berkin, bu ülke evlatlarını yaşatmasını bilmiyor. Bu ülkede çocuklar en çok devlet dersinde ölüyor.

Kafamda o cümle çınlayıp duruyor.

O daha çocuktu!


Daha çocuktu!
Bu şarkı eşlik etsin bu gece yolculuğuna kara gözlü kardeşim. Bari gittiğin yerde iyi misin?

10 Mart 2014 Pazartesi

Takip Edilesi Bir Blog

Merhaba!

Güzel arkadaşlarımdan biri olan Perzona'nın çoğunlukla sinema yazıları yazdığı blogunu takip etmenizi tavsiye ederim!

cinezo.blogspot.com


6 Mart 2014 Perşembe

Aklım Albayım, Bana Oyunlar Oynuyor. Tehlikeli Oyunlar...

Moda Sahnesi'ndeyiz. Çay iyice demini almış, çok lezzetli. Fonda çok güzel müzikler çalmakta ki bu müzikleri gişede bize biletimizi veren Barış Yaman'a borçluyuz. Çayımız bitti, son sigaralar içildi. Merdivenlerden aşağı iniyoruz. Benim acilen tuvalete gitmem gerek. (Hayattaki en büyük fobilerimden birinin de ellerimi sabunladıktan sonra otomatik muslukların beni görmezden gelmesi olduğunu biliyor muydunuz?)

İşte salona girdik. Sahnede iki salıncak ve bir adam var. Adamın sizde yarattığı ilk his sempati. Evet, apaçık sempati duyuyorsunuz bu adama. Bilmeyenleriniz için bu adam Erdem Şenocak, aynı zamanda birazdan yaşayacağınız iki buçuk saatlik deneyimin müsebbibi.


Ve oyun başlıyor. Karşımızda meşhur bir romanı oyunlaştırmaya çalışan bir oyuncu yok, adeta romanın içinden fırlamış harflerle ve noktalama işaretleriyle bezeli bir karakter var. Hüsamettin Albay Hikmet Benol'un Öteki Ben'iyse Hikmet Benol da Oğuz Atay'ın gayrimeşru ikizidir. Ama elbette bunu bize bizzat söyleyecek değil. Ben olsam ben de söylemem, ne yalan söyleyeyim! Hatta kendime bile söylemem, zira pek ağzı sıkı biri değilimdir. Oğuz Atay da söylememiş nitekim. Kendine bile söylememiş, bunu günlüklerinden anlıyoruz biraz. Çünkü günlüğünde hep tasarılarından bahseder Atay ama sonunda ortaya çıkan metin kontrollü bir tasarımın değil, kontrollü bir deliliğin ürünüdür. Fakat burada konumuz roman değil oyun olduğu için bu konudaki görüşlerimi ileri bir yazıya erteliyor ve konumuza kesin bir dönüş yapıyorum.

Sene 1970. 25 Nisan günü. Erdem'in doğmasına henüz dokuz sene varken bugünlerin geleceği Oğuz Atay'a malum oluyor ve kendisi yeni tutmaya başladığı günlüğüne şu satırları düşüyor.
"   Sevin "Artık meseleni sanat haline getirdin." dedi. Doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi.   "
Retorik bir soru olduğunun farkındayım ama benim cevabım evet. Çünkü Erdem Şenocak herhangi birini olanca varlığı ve gücüyle ezmeye muktedir bir sanat eseriyle yaşıyor işte sahnede; sevgilisi gibi, arkadaşı gibi, albayı gibi... Ve her şeyden önemlisi çoğunluğun düştüğü bir yanılgıya düşmüyor Erdem Şenocak; Hikmet'in hastalıklı aklını durumunu trajik bir noktadan anlatmıyor bize. Depresif, buğulu gözleri uzaklara dalan, karizmatik bir ses tonuyla " Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor!" diyen bir Hikmet sunmuyor. Sahnede tam da olması gerektiği gibi bir Hikmet var; kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, kendine  bile yaranamayan... Kimi zamanlar sümük kıvamında bir adam. Oyunlarda asla başrol oynayamayan, ancak başkalarının cümlelerini tamamlayan ve yarım bırakmak zorunda kaldığı cümleleri başkaları tarafından tamamlanan mükemmel bir kaybeden. Sevgi'yi kaybeden, Bilge'yi kaybeden, annesini kaybeden... Sahip olup olabildikleri biricik albayı Hüsamettin başta olmak üzere bir gecekondu mahallesinden ibaret olan Hikmet. Gecekondularla sıkıştırılmış ahşap bir ev Hikmet. Güçlükle ayakta duruyor ve henüz yıkılmamış olması oldukça sıkışık bir vaziyette oluşundan. 


Oyunculuk mevzusuna gelecek olursak; Stanislavski metodu hiçbir zaman takipçisi ya da destekçisi olduğum bir yöntem olmadı. Ama Stanislavski'nin bir sözü vardır ki bence Türkiye'nin tiyatro ortamında birçok oyuncu arkadaşımız bu söz ile damgalanmalı: Sanatta kendinizi değil, kendinizde sanatı seviniz! Erdem Şenocak'ın temelde Grotovski'den etkilendiği ve öğrendiği açık. Fakat aynı zamanda Stanislavski'nin bu sözünün de yaşayan bir temsili gibi. Onu bunca güzel, bunca sevilesi yapan şeylerden biri de bu sanırım. Erdem oynarken kafasının içinde kendini izlemiyor, güzel ya da çirkin görünmesiyle ilgilenmiyor, seyircilerin kendisini izlemekte olduğunu düşünmüyor, Erdem sadece oynuyor. Ve bana geçen hissi odur ki Erdem de sadece oynamak istiyor! Öyle ki onu izleyen birçok oyuncunun onun yerinde olmayı dilediğinden neredeyse eminim. 

Grotovski'den söz açmışken; sahnede bütün ekipmanı iki salıncaktan ve kendi bedeninden mütevellitken iki buçuk saatin tek bir anında dahi seyircinin dağılmasına izin vermeyen Erdem Şenocak beni dehşete düşürdü. Salıncakları kimi zaman mini etekli kadınlar, kimi zaman dolmuş, kimi zaman üzerinde çay taşınan bir tepsi oluyor. Ve sahnede bütün davetlileri Erdem'in uvuzlarından oluşan uzun bir yemek masası kurulabiliyor. Bu yetkinliğin karşısında ancak takdirlerimi belirtebiliyor ve bununla yetiniyorum.

Uzuuun lafın kısa haliyle; çok uzun bir zamandır kimseyi ayakta alkışlama ihtiyacı hissetmemiştim. Uzun zamandır ödeneklisi, ödeneksizi derken üst üste birçok kötü oyun seyretmiş biri olarak Tehlikeli Oyunlar bana ilaç gibi geldi diyebilirim. Ve sevgili Erdem; günün birinde orta boylu, kısa saçlı bir kadın durduk yere gelip sana sarılırsa bil ki o benim. 

Not: Tehlikeli Oyunlar başta olmak üzere Seyyar Sahne'nin tüm oyunları hakkında  http://www.seyyarsahne.com/ adresinden bilgi alınabilir ve oyun tarihleri takip edilebilir.



Arzunun O Karanlık Nesnesi

Arzunun nesnesini karanlık yapan nedir? Peki o karanlık nesneyi arzu nesnesi yapan? İki sorunun da cevabı aynı aslında ve Dirty Dancing bu iki soru üzerine kurulu.
Siz liseyi yeni bitirmiş, adeta gözü açılmamış sığırcık yavrusu misali bir “bebek” olsanız ve enine boyuna, döneminin standartları içinde Allah’ın özenerek yarattığı bir kul olan Patrick Swayze’yle yüz yüze gelseniz ne hissederdiniz? Vallahi ne hissederdiniz ben bilemem de, nerenizde hissedeceğiniz konusunda hemfikiriz ve oranın kalbiniz olmadığını da biliyoruz bence. Neyse!
Arzunun nesnesi neden karanlıktır? Ve bu karanlık nesneyi nedir arzu edilir kılan? Cevap basit aslında; belirsiz oluşu. Evet, arzumuzun o karanlık nesnesi çoğunlukla belirsizdir ve biz her daim çok az bilgiye sahibizdir onun hakkında. 

Kendinizi bir an Baby yerine koyun. Ne biliyorsunuz bu , tövbe estağfurullah, Yunan tanrıları arasından kopup gelmişe benzeyen genç adam hakkında? Hmm… Adı Johnny. Dans öğretmeni. Başka? Karanlık bir boşluk. Arzu dolu bir boşluk. Ah o boşluk! Doldurulası boşluk! 
Ne devlet kayıtlarında Francis Houseman olarak kayıtlı olan kızımızın filmin başından itibaren Baby olarak anılması bir tesadüfün eseridir, ne kızımızın asıl isminin ilk sevişmenin hemen ardından sorulması ne de bu ismin kamuya ilanının filmin sonuna saklanması! Zira Dirty Dancing bir yanıyla da Baby’nin bu güçlü erkek figürü karşısında verdiği kadınlık savaşının öyküsüdür. Tanış(tırıl)dıkları sahnede Baby basmadan elbisesi ve keten pabuçlarıyla küçük bir kız çocuğundan farksızdır bizim ve Johnny’nin gözünde. İlk dans edişleri bile öğretici bir havadadır. Öyle ki Baby kendini kaptırdığı anda arzunun o karanlık nesnesi çoktan kayıplara karışmıştır ve Baby o yazdan gerçek bir kadın olarak çıkmaya mahkumdur çoktan.
Film boyu arzumuzun o karanlık nesnesi yaklaşır, büyür, dost olur, korkutucu olur, seksi olur, sevgili olur. Ama asla bilinir olmaz. Bilinir olmak onun ruhuna aykırıdır. Bu sayede ki ona anlamlar yüklememiz kolaylaşır ve arzumuzun karanlık nesnesi hakkında bildiklerimiz ona dair hayal ettiklerimizden ibarettir artık. Filmin başında gördüğümüz Johnny ile sonunda gördüğümüz Johnny arasında neredeyse hiçbir fark yokken Baby’nin katettiği mesafeler çoktan boyunu aşmıştır. Dünyada babasından gayrı erkeklerin de olduğunu keşfeden kızımız artık hem “babasının biriciği” olmaktan çok uzaktır hem de sevilecekse tüm iyi ve kötü yönleriyle sevilmeyi talep edecek kadar cesur. Bu aslında Johnny ile Baby’nin aşk hikayesi değildir. Bu aslında Baby’nin aşkı, cinselliği, korkularını, arzularını, itaatsizliği ve büyümeyi öğrenişinin hikayesidir. Bir kız çocuğu bir kadına doğru hızla evrilir hızla. Kızımızın o meşhur “kaldırma” hareketini yapacak cesareti ancak filmin sonunda bulması da tesadüf değildir. (Ah, ne fallik imge!)
Velhasıl-ı kelam arzumuzun o karanlık nesnesi bilinmez, bilinmez belki ama, tatmin edilmekle son bulur. Bu sebepledir ki Johnny ile Baby’nin bir geleceği yoktur. Onlar sadece “hayatlarının en güzel günleri” ni yaşamışlardır beraber. Büyüten, acıtan, değiştiren bir yaz olmuştur. Ama sonunda yaz da geçmiştir işte. Ya da yazsan da geçmemiştir belki, kim bilir ki?

Temmuzu Beklemeden...

İki insan arasındaki mesafe çoğu kez aşılması en zor mesafedir ve hayat koca bir yanlış anlamadan ibaret.Gözlerini dört açmak bir işe yaramaz, her seferinde yanlış kişiyi görüyorsun.O halde biraz gözlerini kapatıp hayal kurmayı denemelisin.Dağın arkasındaki suyu hayal etmeden dağı delemezsin.


Üstelik o senden onun için bir dağı delmeni de istememişti.O sadece orada durup ona bakmanı ve onu görmeni istemişti.Şaşı olman bizim suçumuz değil Daniel Bannier!İçindekinin dışarı çıkması için demek Hamburg’dan İstanbul’a kadar yol alman gerekiyormuş.Eh, temmuz da yola çıkmak için en iyi zaman ve bu hikayeyi bütün çocukluk yazlarını Hamburg-İstanbul seferlerinde geçirmiş Fatih Akın’dan daha iyi anlatacak birini bulamazdın doğrusu!Şanslı adamsın!


Karında,yürekte…Ama her zaman temmuzda değil.Zaman ne yalancı kavram.Dünya üzerinde geçen sürecimizi önce yıllara bölüyoruz,sonra aylara.Bunlardan birine de temmuz diyoruz işte.Aşık olmak için temmuzu beklemeye ne gerek var?Hem sen güneşi de hep yanlış yerlerde arıyorsun.Evet,sanırım sana biraz kızgınım Daniel.Ama seni seviyorum,gerçekten.Ama rica ederim güneşi başka yerlerde aramaya da bir son ver.Zira güneş dediğin Juli’nin yüzüdür.Ve bu hikayede her şey güneşe endekslidir.Parmağındaki yüzükten yüzünü Juli’ye dönmeni sağlayan Leo’ya kadar.Ah Leo!Ehliyetim olaydı yollara düşüp kamyon şoförü olmuştum şimdiye senin yüzünden!Bu yollar senin gibi romantik bir kamyoncuya bir daha rastlamadı!Juli’nin ‘Keşke’ diye bağıran bakışı ve Leo’nun bir aşıktan bir ağabeye terfisi.Bir göz kırpış neleri değiştiriyor öyle!Ve ‘aslanlık’ payesi yer değiştiriveriyor birdenbire. Bir kadının elini tutuvermek öyle basit şey değil.Silkelenin,kendinize gelin beyler!Bu hayatta her şey hak edilmiş olmalı.Özellikle de bir kadının eli…


"Blue Moon! You saw me standing alone.Without a dream in my heart! Without a love of my own!” Daldan dala mı atlıyorum?Afedersiniz.Ama ben ne yaptığımın farkında mıyım sanıyorsunuz?Ben sadece orada öylece dikiliyorum,tek başıma.Kalbimde tek bir hayal olmaksızın.Ya da kendinden ibaret bir aşkım.Sonra sırt üstü yatıyorduk.Tavanda yıldızlar vardı.Tavan gökyüzüydü sanki.Hayatın kendisinden derin derin nefesler çekiyorduk.Her şey çok havalıydı.Sonra yavaşça yerden yükseldik,havada süzülüyorduk.Ve "Blue moooooonnn!You saw me standing aloneeee!"


Uyandığında yanında yoktu. Kim bilir nerede! İşler karıştı sonra. Araya birtakım başka insanlar giriverdi. Güneş elden gidiverdi. Gerisini pek hatırlamıyorum. Sanırım kafam da iyiydi biraz. Ama tek hatırladığım o yoktu. Sonra tekrar buldular birbirlerini. Evet,hep böyle olur filmlerde. Ve sadece kötü kalpli adamlar hak eder arabalarının çalınmasını. Yok yok. Biz bir şey çalmadık. Bizimkisi nehre uçmuştu.(Sen de ne biçim fizik öğretmenisin yahu!) Biz de sizinkini ödünç (ç)aldık. Hepsi bu. Ondan evvel bir kamyonumuz da oldu bir süre ama onu filmin yönetmenine düğün hediyesi vermek zorunda kaldık. Çünkü "No pasaport! No Romania!’"

Karışık mı oldu? Eehh, bu yola benimle beraber çıksaydınız bu kadar kafanız karışmazdı. Ama hayat da karışık bu ara. Hele kafam! Neyse bu konulara hiç girmeyelim. Ama sabır diye bir şey varmış,onu deneyimliyoruz bu ara. Bu sabır süt gibi bir şey. An geliyor, taşıveriyor. Süt yanığı başka şeye benzemez, fena can yakıyor. Bir sabah uyanıyorsun, o çoktan gitmiş oluyor. Hem karşımıza çıkan her araba da İstanbul’a doğru gitmiyor olabilir. Evet,bir sabah uyanırsın ve köprünün altında bekleyeceğin kadın değişmiştir. Yanında duran kadına ulaşmak için artık gerçekten de kilometrelerce yol tepmen gerekir. Hayat tesadüfleri seviyor. Hayat kendini seviyor .Hayat tesadüf,evet. Ah yine nasıl da bildin,seni hınzır(!)
O köprünün altına vardığında sen bir başkasıdır artık.Aman boş ver,biz bu halini daha çok sevdik zaten.Hem artık hak edilmiş cümlelerin de var.Ne demiştik?Her şey hak edilmiş olacak.O halde buyurun efendim, güneş
köprünün altında sizi bekliyor:

'Aşkım, kilometrelerce yol kat ettim, nehirleri geçip, dağları aştım. Hüsrana uğradım ve ızdırap çektim. Nefsime karşı koydum ve güneşi takip ettim. Böylece senin önünde duruyorum ve sana seni seviyorum diyorum.”