İnsan günah işleyebilen
hayvandır. Ve tek tanrılı dinlere göre kişi işlediği her günahın bedelini
mutlak surette ödeyecektir. Bu bedel çoğu kez cehennemle ilişkilendirilir ve
cehennem de kuşkusuz ateşle… Hatta kutsal metinlerde cehennem tasvirleri kimi
zaman o kadar canlıdır ki cennetin tükenmek bilmez nimetleri bile sönük kalır
yanında. Fakat kimi günahların hesabı öteki dünyaya kalmaz, defterimiz daha
yaşarken dürülüverir. Cehennem de sandığınız kadar sıcak olmayabilir. Hatta kim
bilir, belki karlar altındadır!
Gaétan Soucy’ye ait ve Can
Yayınları’ndan çıkmış olan Kefaret tam da bu türden, karlar altında bir
cehennemde geçiyor. Geride bıraktıkları ile varmaya çalıştıkları arasında
sıkışmış kahramanımız Louis’in henüz romanın başında gözünü kara saplanmış bir
arabanın içinde açması boşuna değil. Böylelikle kendimizi daha baştan
sıkışmışlık hissine kaptırmış oluyoruz. Önü, arkası karla kapanmış bir arafta
geçiyor sanki bütün hikaye. Mekanlar da buna uygun olarak seçilmiş; bir tren
garı, misafir olunan bir ev, org sesleriyle çınlayan bir kilise… Ayrıca Kanada’nın yılın büyük bir kısmında
karla kaplı ve soğuk ilkimi de mekanlar için güzel bir fon oluşturuyor.
Gaétan Soucy’ye ait ve Can
Yayınları’ndan çıkmış olan Kefaret tam da bu türden, karlar altında bir
cehennemde geçiyor. Geride bıraktıkları ile varmaya çalıştıkları arasında
sıkışmış kahramanımız Louis’in henüz romanın başında gözünü kara saplanmış bir
arabanın içinde açması boşuna değil. Böylelikle kendimizi daha baştan
sıkışmışlık hissine kaptırmış oluyoruz. Önü, arkası karla kapanmış bir arafta
geçiyor sanki bütün hikaye. Mekanlar da buna uygun olarak seçilmiş; bir tren
garı, misafir olunan bir ev, org sesleriyle çınlayan bir kilise… Ayrıca Kanada’nın yılın büyük bir kısmında
karla kaplı ve soğuk ilkimi de mekanlar için güzel bir fon oluşturuyor.
Hikaye belli ki uzun bir süreçte,
adım adım oluşmuş yazarın zihninde ve yazar ayrıntılar üzerine epey düşünmüş.
Fakat ne yazık ki kağıda dökülen hikaye
yazarın zihnindeki kadar net değil. Anlatımdaki kapalılık okurun hikayeye
adapte olmasını oldukça güçleştiriyor. Louis’in romanın başında varmaya çalıştığı
kasabadan yıllar evvel pek hoş olmayan bir biçimde ayrıldığının farkındayız
fakat bunca yıl sonra geri dönüşünün gerekçesinden bihaberiz. Louis’in ağırlığı
altında ezildiği bir günahtan bahsediliyor fakat bu günahın konusu tümüyle
belirsiz. Tek bildiğimiz bu konunun Louis’in yanlarına ulaşmaya çalıştığı Alman
asıllı Von Craft ailesi ile bir bağlantısı olduğu ve bu geri dönüşün altında
bir tür yüzleşme beklentisi yattığı. Bu gizem olay örgüsü içinde yer alan her
ayrıntıya yoğun bir dikkat vermemize sebep oluyor. Okur tıpkı bir polisiye okur
gibi ayrıntıların peşine düşüyor. Bir adaşlık durumu, eski bir mektup, çantaya
tıkılan bir fare kapanı zihnimizde çözümlenmeyi bekleyen gizemi körüklüyor.
Kahramanımızın nihayet Von Craft
ailesinin yanına varması da gizemi çözmemize yardımcı olmuyor ne yazık ki,
aksine bizi başka gizemlerin içine sürükleyiveriyor. Bu sayede Louis’in asıl
aradığının Von Craft ailesinin ikiz kızlarından Julia olduğunu öğreniyoruz. Artık
yetişkin birer kadın olan bu ikizlerin (ve özellikle Julia’nın) çocukluk
yıllarında müzik öğretmeni olan Louis ile bir alakası olduğu kesin. Fakat
kitaptaki diğer tüm unsurlar gibi bu ilişki de son derece bulanık ve belirsiz.
Ancak ikili konuşmalarda yapılan birtakım göndermeler bu ilişkinin cinsel bir
içeriği de olduğu hissini uyandırıyor. Louis
ve Julia arasında sürekli beklenen, fakat bir türlü gerçekleşmeyen bir
karşılaşma, yüzleşme de okurda büyük bir tatminsizlik yaratıyor.
Aslında kitap birçok ipucu
içeriyor fakat bu ipuçları bir fırtına neticesinde birbirlerinden çok uzağa
savrulmuş gibiler. Aslına bakarsanız kitaptaki unsurlar daha ziyade hukuktaki
“delil başlangıcı” kavramına karşılık geliyor; derin bir şüphe uyandırıyor
fakat asla kesin bir şeye dalalet etmiyor. Bir noktadan sonra sürekli önümüze sunulan,
ama bir türlü devamı getirilmeyen durumlar karşısında yine romandaki bir
kahramanın ağzından alıntılamadan edemiyorsunuz: “Aramızda kalsın, söylesenize,
gerçekten ne yapmaya gittiniz oraya?” Ancak ne yazık ki bu soru da romandaki
bir kahramanın dilinin ucuna kadar gelen ve sonra yutulan bir soru olarak
kalıyor. Dolayısıyla bir cevap da verilemiyor.
Bu sorunun cevabı yazarın
zihninde muhakkak vardır diye düşünüyorum. Bana sorarsanız yazarın zihnindeki
hikaye bir tür noktaları birleştirme oyununa benziyor. Ancak noktalar hem çok
karıştığı, hem de numaralandırılmamış olduğundan okur tarafından düzgün birleştirilemiyor
ve her seferinde başka bir resim çıkıyor ortaya. Sonuç olarak sorulardan mütevellit,
cevaplardan mahrum bırakıldığımız bir metinle karşı karşıyayız. Bize sunulan
doneler de tatmin edici bir cevap oluşturmamıza yetmiyor ne yazık ki. Sanki
romanın tümü bir girizgahtan ibaretmiş gibi. Bir trajedi havasında gelişen
hikaye trajedinin temel unsurlarından katharsisi barındırmıyor.
Son sayfayı okuyup kitabı
kapattığınızda ise tek cümlelik bir çıkarım beliriyor zihninizde. Louis:
Gölgeler ve vehimler arasında, rüzgarla beraber savrulan bir adam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder