Bu öyküyü Moda Sahnesi'nde Roberto Zucco'yu izledikten sonra oyunun Rafine Bayan ve Zucco sahnesinden esinlenerek, otobüste yazdım. Haliyle kafamın içinde konuşan iki kişi oyunun Rafine Bayan'ı Hülya Gülşen ve Zucco'su İnan Ulaş Torun'dur. Neden yazdım, ne anlatmaya çalışıyordum ben de çok emin değilim. Yazmış bulundum diyelim.
Koltes'in Rafine Bayan'ına ve Küçük Kız'a...
Genç adam eski bir tren istasyonunun
ortasında bir banka oturmuş, elinde tuttuğu kitabın sayfalarına dalıp gitmişti.
Dünyaya karşı ilgisizdi. Öyle ki biraz evvel yanına oturan kadını fark
etmemişti bile. Kadın bankın diğer ucuna oturmuş, ellerini kucağına bırakmış,
bacaklarını çaprazlamıştı. Dünyaya karşı fazlasıyla ilgiliydi. Öyle ki gar
lokantasından gelen kokuları hemen duymuş, rayların arasında biten ayrık otunu
hemen fark etmişti. Bankın öbür ucunda oturan genç adamın da farkındaydı
elbette. Bir müddet sustu; sonra birdenbire, dümdüz karşıya bakarak, sanki
kendiyle konuşur gibi konuşmaya başladı.
"Biliyor musunuz, bugün kızımı
öldürdüm."
"Anlamadım?"
"Bugün diyorum, kızımı öldürdüm. Ben
bugün kızımı öldürdüm."
"Ne, nasıl?!"
"Bence sizin içinizde de vahşi bir
taraf var. Bakın; neden değil, nasıl öldürdüğümü soruyorsunuz evvela."
"Hanımefendi, saçmalamayın, neden
bahsediyorsunuz?"
"Ben diyorum, bugün kızımı öldürdüm.
Ellerimle boğdum onu. Bir yastık da kullanabilirdim gerçi, belki böylesi daha
kolay olurdu. Ama ben ellerimle boğdum onu. Çünkü avucumda atan nabzını duymam
gerekirdi."
"Bunu bana neden
anlatıyorsunuz?!"
"Çünkü bilmenizi istiyorum. Bilinsin
istiyorum."
Kadın bu sözden sonra sustu. Genç adam
neden kalkıp gidemediğini bilmiyordu. Korkmuş muydu? Neden? Belki de bilmek
istiyordu.
"Biliyor musunuz, ben evlendiğimde
bakire değildim. Ama kocamın koynuna girerken jiletle orama boydan boya,
incecik bir kesik attım. Biraz canım yandı ama o hiçbir şey fark etmedi. Beni
kız sandı. Ama ben bakire değildim. Gerçi kimseyle sevişmişliğim de yoktu;
kendi kendimi bozdum ben, parmağımla. Neden yaptım bunu, biliyor musunuz?"
"Bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bana
neden anlatıyorsunuz bunları?!"
"Çünkü aslında için için merak
ettiğinizi biliyorum. Ne o, beni aptal mı sandınız yoksa? Bunu yaptım, çünkü
annem bir kızın evlenene kadar kız kalması gerektiğini söylerdi hep. Kızlık çok
önemliydi. Bana verilmiş değerli bir emanetti sanki. Ben bu değerli emaneti
sanırım babamdan almıştım ve zamanı gelince de kocama verecektim. Bakın, bu
basit bir öfke patlaması ya da otoriteye karşı çıkmak için saçmasapan bir çaba
değildi, anlıyor musunuz? Ben bunu tanımadığım bir adama, ne bileyim, bir
kamyoncuya filan da verebilirdim, anlıyor musunuz? Peki neden vermedim?"
"Neden?"
"Çünkü eğer bu kadar kıymetliyse
benim olsun istedim. Bu yüzden de kendi parmağımı kullandım. Ben kızlığımı
kendime verdim, anlıyor musunuz? Şu iki parmağımı yan yana tutup içime iyice
soktum. Canım çok yandı, parmaklarım hep kan oldu. Bunu bugüne kadar kimseye
anlatmamıştım, ilk size anlatıyorum. Kimsenin haberi olmayınca kıymetli bir
şeye sahip olmanın da bir manası kalmıyor, biliyor musunuz. Hem kocam onu zaten
kendinin sanıyordu."
Hanımefendi, bakın, ben burada treni
bekliyorum. Geldiği vakit binip çok uzaklara gideceğim. Beni rahat
bırakın."
"Ben de treni bekliyorum, ben de çok
uzaklara gideceğim, ne tesadüf! Belki birlikte gideriz çok uzaklara, ne
dersiniz? Yolda birbirimize arkadaşlık ederiz, canımız sıkılmaz."
"Hanımefendi, ben sizden
kurtulamayacak mıyım?"
"Anlattıklarım bitince belki, hem
daha oğlumu nasıl öldürdüğümü anlatmadım size. Sizi gibi vahşi yaradılışlı
birinin beğeneceği türden bir hikaye."
"Oğlunuzu da mı öldürdünüz?!"
"Evet oğlumu da öldürdüm. Çünkü onu
askere çağırmışlardı. Benim oğlumdu o, tabii ki sınırın ötesinde birtakım tuhaf
adamların insafına bırakamazdım. Onu kendi insafıma bıraktım. Büyüyüp kendine
başka bir kadın bulmuş olsa onu öldürmeyecektim. Sahip olduklarımız gün gelir
bize sahip olurmuş, bunu bir filmde duymuştum. Dandik bir laf bence. Oğlum
başka bir kadın bulup ona sahip olsaydı böyle bir sorunumuz olmazdı. Ama onu
askere çağırdılar, ne yapsaydım yani? Zaten bu canına yandığımın ülkesinde her
yerde, her zaman savaş var. Bazen kendimi savaş esiri gibi hissediyorum bu
yüzden. Her yere gidebilirim ama pek o kadar da gidemem. Halbuki benim oğlum
özgür, o nereye isterse gidebilir."
"Gidebilirdi demek istediniz
sanırım?"
"Hayır. Ama artık gidebilir.
Ölmeseydi onu askere gönderecektim ve o yine ölecekti. O yine ölecekti ama ölüm
tanımadığı birinden gelecekti. Benim hiçbir zaman fazlasında gözüm olmamıştır
ama benim olana el uzatılmasına da izin veremem, anlıyor musunuz? Benim olana
kimse el uzatamaz, buna izin vermem, bunlar sınırın öte tarafında ya da hayal
dahi edemeyeceğim kadar uzak yerlerdeki birtakım tuhaf adamlar da olsa."
"Kızınızı da bu yüzden mi öldürdünüz?
Ona sizden başkası sahip olmasın diye?"
"Hah şöyle! İşte şimdi adamakıllı
konuşmaya başladık."
"Soruma cevap vermediniz; kızınızı
nasıl öldürdüğünüzü anlattınız, fakat neden öldürdüğünüzü anlatmadınız."
"Hani merak etmiyordunuz?"
"Şimdi ediyorum.”
“Peki öyleyse, beni iyi dinleyin; ben
kızımı tarih kendini tekrar etmesin diye öldürdüm. Onu bir uzantım olarak
gördüğüm için değil, öyle olmadığından emin olmak için öldürdüm. O daha
karnımdayken, aramızdaki o göbek bağı koparılmamışken bile benden bağımsız atan
bir kalbi vardı onun. O kalp hala yerinde mi, hala atıyor mu görmek için
öldürdüm. Atan nabzını avucumda duymak istedim, sadece biraz fazla sıkmışım.
Yaşasa babasının kütüğünden çıkıp kocasının kütüğüne yazılacaktı. Babasından
aldığı kıymetli emaneti kocasına taşıyan bir tepsi olacaktı hepi topu. Ben kızımın
özgür olduğundan emin olmak istedim.”
“Siz gerçekten çok garip bir kadınsınız.”
“Garip değil, size göre garip şeyler
yapmış bir kadınım. Fakat siz de bir alemsiniz. Söz gelimi, şu okuduğunuz kitapta
da yok mu böyle şeyler? Analar evlatlarını öldürüyor, kocalar karılarını,
abiler kız kardeşlerini. Hatta Kabil bile kardeşi Habil’i öldürmüştür, ölmek ve
öldürmek doğamızda var bizim. Ben de belki doğama uygun hareket ettim, aman
canım, zaten o iki küçük sıçanı da pek sevmezdim.”
Genç adamın gözleri yuvalarında
şaşkınlıkla büyüdü.
“Şaka canım şaka! Bakın, tren geliyor.
Acele edin, kaçırmayın. Ben sanırım bir müddet daha oturacağım burada. Size yol
arkadaşlığı edemeyeceğim, üzgünüm. Kendinize iyi bakın.
Genç adam oturduğu yerden kalktı, okuduğu
kitabı ceketinin cebine soktu. İleri doğru bir adım attı, sonra kadına döndü.
“Gitmeden size bir şey sormak istiyorum,
lütfen bu soruma dürütlükle cevap verin.”
“Tabii.”
“Bütün bunları bana niye anlattınız?”
“Gerçek olsun diye.”
“Teşekkür ederim.”
Genç adam döndü. Trene doğru yürümeye
başladı. Parmaklarıyla cebindeki kitabı yokladı. Geriye dönüp bakmadı, ta ki
kadın oturduğu yerden ona seslenene kadar.
“Genç adam! Fakat lütfen unutmayın; şu
hayatta hiçbir gerçek yoktur ki insanlarca manipüle edilmiş olmasın!”
Genç adam ayağını lokomotifin basamağına
atarken gülümsedi. Cebindeki kitabın saman kağıdı sayfalarına parmak uçlarıyla
dokundu. İşte sonunda bir öykünün kahramanı olmayı becermişti. Keyiflendi.
Öyküler ancak onları yaşamaya gönüllü olanların başından gelip geçiyordu.







