1 Mayıs 2014 Perşembe

Kafatasımdaki İşkenceci

Akıl ve dürtü aynı kaynaktan doğar, fakat bu kardeş oldukları manasına gelmez. Hatta akraba bile sayılmazlar çoğu kere. Akıl ve dürtü ancak birbirlerinden pek hazzetmeyen fakat gidecek başka yerleri de olmayan ev arkadaşları olabilirler ve beraber yaşamak zorunda oldukları evleri de tam olarak bizim kafatasımızdır.

 O. Henry Öykü Ödülü sahibi John Biguenet’in kaleminden çıkan ve İşkencecinin Yamağı adı altında toplanmış öyküler tam da akıl ve dürtünün kesiştiği yerde; zihnimizin karanlık oturma odasında geçiyor. Kahramanlarımızın kimi yıllar yılı sinsi bir ur gibi büyümüş arzuları ile ahlaki değerleri arasında sıkışmışken kimisi kişiliğinin altından dişlerini gösteren karanlık doğası ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu öykülerde kahramanların ahlaklı, erdemli, ışıltılı olmaları gerekmiyor. Bu öykülerde kahramanlar daha ziyade özlerindeki dürtüleri ahlaklı ve erdemli olmak adına bastırmaya çalışan, dürtülerinin yarattığı suçluluk duygusuyla yanan, tekinsiz kimseler. Karakterlerin hemen hepsi kafataslarının içinde kendi işkencecileriyle yaşıyor ve bastırma çabaları ve suçluluk duygularıyla kafataslarındaki işkencecinin birer yamağı vaziyetindeler. Bu durum bana aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin adı olan İşkencecinin Yamağı’nın bir üst başlık olarak seçilmesinin tesadüf olmadığını düşündürüyor.

Kitap kimi uzun, kimi kısa on dört öyküden oluşuyor. Kısa öykülerden olan “Gül” yazarına O. Henry Öykü Ödülü’nü kazandırmış. Saplantılı bir özlemden yola çıkan bu öykü bir yönüyle de çok anlaşılır ve naif olmayı başarıyor.  Saplantılı durumlar yalnızca bu öyküye has değil üstelik; isimsiz kahramanımız ne yapacağını bilemediği bir köle ile boğuşup dururken genç avukat Lagarde aşkı ve estetiği bir çamaşır leğeninde yıkanan minyatür bir kadında bulabiliyor. Gregory aşkı için omurgasını feda ederken Mr. Anderson mezarlıktaki o akşamüstünü bir türlü aklından silip atamıyor. Fakat eninde sonunda bütün karakterler ahlaki birtakım krizler yaşıyor ve kendi ikilemleriyle boğuşuyorlar.
Öyküler yer yer başka müşterek unsurlar da içeriyor. Öncelikle bütün baş karakterler erkek ve erkeksi bir dil ve üslup hikayelerin geneline hakim. Bu durum ayrıca bütün olayların daha ziyade erkeğin perspektifinden anlatılması sonucunu da doğuruyor. Kendi adıma bu durumun beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Ancak kadın perspektifinden öyküler de yer alsa seçkiyi zenginleştirir miydi, yoksa mevcut akışı bozar mıydı, doğrusu emin olamıyorum. Bu erkeklerin bir kısmının ortak noktası ise baba olmaları; Gül, Kızımla Öğle Yemeği, Baba Olmak ve Açık Perde çocuk sahibi olmanın ( ya da olamamanın) türlü hallerini babaların gözünden önümüze sürüyor.
Öyküleri toplayabileceğimiz bir diğer üst başlıksa din. Ham Ruh, Ben Yahudi Değilim ve İşkenceninin Yamağı okuru inanç ile ahlak arasında kimi yüzyıllardır süren tartışmalara sürüklüyor. Bir inanca sahip olmak, bir  inanca mensup olmak, bir inanca hizmet etmek ya da bir inançtan faydalanmak… Bunların tümü de kahramanlarımız için geçerli. Basit bir adam vücudunda baş gösteren yaralarla sahip olmadığı bir inancın bir tür peygamberine dönüşürken, kimileri bir inancın mensubu olmadığı için sevinçle karışık bir utanç duyabiliyor ya da bir işkenceci Tanrı’nın önde gelen bir hizmetkarı kabul edilebiliyor. ( Hele ki mevzubahis birtakım zındıklara işkence etmekse!) Bu üç öykünün bir diğer noktası ise inançlara savunucu değil, sorgulayıcı bir noktadan yaklaşması.
Öykülerin bir kısmıysa baş karakterleri bakımından benzeşiyor; Benim Köle, Sanat Eseri, Gregory’nin Kaderi ve Hadi Yap öykülerinin baş karakterleri arzuları, duyguları, dürtüleri  ile ahlaki değerleri, mantıkları, sosyal konumları arasında sıkışmış genç adamlar. Bu genç adamların  çoğu sefer arzuyu ahlaka ve duyguyu mantığa değişirken sosyal konumları konusunda bu kadar esnek olamıyorlar. Fakat asıl şaşırtıcı olan arzuları ve duyguları doğrultusunda hareket etmelerinin bir biçimde sosyal konumlarında iyileşmeye sebep oluşu.
Kitapta yer alan son öykü olan Bir Daha Görünmezler baş karakterinin de bir öykücü oluşu sebebiyle en çok dikkatimi çeken öykü oldu. Bu öykü genel yapısı ve yarattığı duygu itibariyle kitaptaki diğer öykülerden farklılaşıyor ve nedense yazarın kendi yaşamından bir anıyı biz okurlara sunduğu hissi doğuruyor. Bir öykü anlatıcısının kendisine öykü anlatmayı öğreten adama, babasına duyduğu derin özlem her satıra sinmiş durumda. Diğer on üç öykünün ardından duygu yoğunluğu yüksek bu öykü aynı zamanda bir kreşendo etkisi yaratıyor ve okura güçlü bir final hissi yaşatıyor.
Geneli itibariyle her biri birer mikro-roman sayılabilecek on dört güzel öyküden oluşan İşkencecinin Yamağı özellikle öykü okumaktan hoşlananlar için çok doğru bir seçim. Gizemli, çekici ve tekinsiz…

İşkencecinin Yamağı
Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık
Nisan 2014, 233 syf.

Bu yazı sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır.

Ergenliğin Karanlık Suları

Haydi gelin kabul edelim; ergenlik bir beladır. Tıpkı ölüm gibi hayatın bir yerinde hepimize isabet eden talihsiz bir piyango. İtiraf etmem gerekirse ergenlik çağındaki bireylerle ortak zaman geçirmekten pek hoşlanmam. Ergenlik çağındayken kendimden de pek hoşlanmazdım, ne yalan söyleyeyim. Seçilmiş bir asosyalliğin içinde dünyanın geri kalanına tepeden bakan, ukala, düpedüz ekşi biriydim. Hala biraz ukala, biraz da ekşi olduğum söylenebilir ama insanın yaşla beraber edindiği bir takım güzellikler de var elbette. Bir bakıyorsunuz eskiden sadece ekşiyken ekşi-tatlı sosa dönüşmüşsünüz. Uzakdoğuluların kesinlikle var bir bildiği. Ve ironi de ancak yaşayarak elde edilen bir yetenek.

Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız romanının baş kişisi Ida 17 yaşında bir kız. Bay K. onu göl kenarında taciz ettiğinde 14 yaşındaydı. Babası onu kurtarmaya gelmediğinde süperkahraman diye bir şey olmadığını öğrenmişti. Babası o sırada Bayan K. ile oynaşmakla meşguldü. Böylelikle Ida kendini bilinen en meşhur psikiyatristlerden birinin divanında buldu: Herr Sigmund Freud’un.

Dora aynı zamanda Freud’un en meşhur vaka analizlerinden birinin de baş kahramanı. Freud asıl adı Ida Bauer olan danışanıyla 1900 yılında toplam 11 görüşme yapıyor ve bu görüşmeleri Dora, Fragments of an Analysis of a Case of Hysteria başlıklı çalışmasında topluyor. Lidia Yuknavitch’in kitabının olay örgüsü de Freud’un bu çalışmasına dayanıyor. Yazar bu çalışmadan “esinlendiğini” kendisi de belirtiyor ama bana sorarsanız durum esinlenmenin biraz ötesinde. Hatta Dora vakasının kitapta olduğu gibi kullanıldığını söylesek yalan olmaz. Dora’nın ilgisiz ebeveynleri, Bay ve Bayan K., Dora’nın maruz kaldığı cinsel taciz ve bu doğrultuda gelişen başta sessizlik olmak üzere birçok semptom, hatta Dora’nın rüyaları bile kitapta kopyalanmış durumda. Vaka analizinde olup da kitaba aktarılmayan yegane şey Dora’nın erkek kardeşi Frank; ki bu durum bende sadece yazarın fazladan bir karakterle uğraşmak istemediği hissi doğuruyor.
Gerçek bir vakanın bir romana konu edilmesi elbette yeni bir şey değil. Hatta Truman Capote tümüyle gerçek bir cinayet vakasına dayanan romanı Soğukkanlılıkla ile non-fiction( kurgusal olmayan) ifadesini de edebiyata katmış durumda. Ancak bu noktada yapılması gereken bir ayrım var: Yazar romanında gerçekten yaşanmış bir durumu mu anlatıyor, yoksa gerçekten yaşanmış bu durum yazarın öyküsüne şık bir fon mu oluşturuyor? Dora: Freud’a Kafa Tutan Kız için ben ikincisinin daha geçerli olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz; romanda Freud ile Dora arasındaki ilişki son derece yüzeysel ve romanın geneline hakim değil. Dora’nın Freud’dan intikam alması durumu da herhangi bir temeli bulunmaması sebebiyle çocukça bir heyecan arayışı olmaktan öteye geçemiyor. Zira romanda Dora’nın Freud’dan intikam almasını gerektirecek bir sebep yok. Evet, Dora bir biçimde Freud’dan nefret ediyor ama nedensizce nefret ediyor. Birinden nedensizce nefret etmek pekala mümkün ama bu nefret bir intikam doğurur mu? Hayır, çünkü intikam bir etkiye karşı gösterilen tepkinin ifadesidir ve Freud’dan bu tepkiyi doğuran bir etki gelmiyor. Dolayısıyla romanın temeline oturan intikam da ne yazık ki havada kalıyor.

 Dora vakasının bu kadar meşhur olmasının sebeplerinden biri de Freud’un yaklaşımın en çok eleştirildiği vaka olması. Psikiyatri çevrelerinde Freud’un Dora’ya yaklaşımı ve ondan gelen verileri yanlış yorumladığı konusunda ciddi eleştiriler mevcut. Gülenay Börekçi’nin Lidia Yuknavitch ile yaptığı röportajdan anladığımız üzere yazar da Freud’u eleştirenler safında duruyor. Bu durum kitabı elime alırken yazarın Freud’a alternatif bir yaklaşık getireceğini, böylelikle Ida’nın da kendine bir çıkış yolu bulacağını ummama sebep oldu. En kötü ihtimalle Freud’un yöntemine sıkı bir eleştiri bekliyordum doğrusu. Ancak kitapta umduğumu bulamadığımı söylemek zorundayım. Sigmund Freud kitapta bir tip, zayıf bir entelektüel karikatürü olmaktan öteye gidemiyor. Dora ve Freud arasındaki ilişki de ne yazık ki derinlikten uzak ve basit bir dalaşmanın ötesine geçemiyor. Ayrıca ikili arasında geçen seanslarda da bir ilerleme kaydedildiğini söylemek güç. Finalde yapılan zaman atlamasının ardından karşımıza tüm sorunlarını aşmış ve dengeli bir yetişkin ağzıyla konuşan bir Dora çıkınca düşünmeden edemiyor insan: Dora’nın tek sorunu 1.7 milyon doları olmaması mıydı?
Ayrıca romanın bir iddiası da (Palahniuk’un önsözünden ve yazarın demeçlerinden beni anladığım kadarıyla) bir popüler kültür eleştirisi olması. Ancak bu noktada yazarın kendi kazdığı kuyuya düştüğünü itiraf etmek zorundayım. Zira roman bir “best seller” kitabın tüm özelliklerini barındırıyor. Bugün yer altı edebiyatı olarak anılan ve kendi kitlesini hızla geliştirerek anti-kültürel ortamlarda hızla popülerleşen bir akımın bütün özellikleri analiz edilerek ve bu özelliklere uygun olarak yazılmış bir kitap var karşımızda.  Bu sebeple bu kitaba bir anti-kültür ürünü demek sanırım yanlış olmaz.
Sonuç itibariyle yazarın Freud’un en ünlü danışanı Dora’ya yeni bir form vermekten ziyade bu güçlü olay örgüsünü kendi hikayesini güçlü kılmak için kullandığını düşünmeden edemiyorum.  Bana kalırsa meşhur Dora’nın değil, ilgisiz ebeveynleri ve zorlayıcı hayatıyla biraz güç bir ergenlik yaşayan Ida’nın hikayesi bu. Ancak yiğidi öldürsek de hakkını yememek gerek. Dora : Freud’a Kafa Tutan Kız kolay okunan, eğlenceli bir hikaye. Bir otobüs koltuğunda işe giderken ya da evinizdeki en rahat kanepede bir fincan çayla beraber size keyifli birkaç saat sunacağı kesin. İyi okumalar.


Bu yazı daha evvel sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır.

Güzelliğe Dair...

Güzelliğe Dair (On Beauty) ülkemizde Elif Şafak'ın İskender adlı romanını yazarken  'esinlendiği' iddia edilen ''İnci Gibi Dişler'' romanıyla tanınan Zadie Smith'in üçüncü kitabı. Rembrandt konusunda uzman biri muhafazakar, diğeri liberal iki akademisyen ve ailelerini ile onların özelinde akademik çevreleri konu alan roman adını Elaine Scarry'nin ''On Beauty and Being Just'' adlı denemesinden alıyor.
İnci Gibi Dişler'de gördüğümüz birçok ögeyle bu romanda da karşılaşıyoruz. Köken bu ögelerin başını çekiyor. Bilindiği üzere Zadie Smith Jamaika'lı bir anne ile İngiliz bir babanın çocuğu. Siyah kadınla beyaz adamın evliliği İnci Gibi Dişler'e Archie ile Clara'nın evliliği ile yansırken Güzelliğe Dair'de Howard - Kiki çifti karşımıza çıkıyor. Zadie Smith'in siyah kadınları ve beyaz adamları fiziken de birbirine benziyor: Siyah kadınlar her zaman iri ve sağlam yapılıyken  beyaz adamlar dünyaya kırılgan gözlüklerinin ardından bakıyor. Her  iki kadın da yönetici ve buyurgan, eşleri üzerindeki etkileri ilk bakışta seziliyor. Bu tanımlamalar Zadie Smith'in  köklerine bakışı  ve içinde büyüdüğü aile hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor.

Göze çarpan bir diğer benzerlik de biçime dair: Her iki aile de iki aile etrafında şekilleniyor ve her iki hikayede de olayların akışına etki eden üçüncü bir aile var. İnci Gibi Dişler'de temel hikaye Jones ve İkbal aileleri arasında şekillenirken hikayeye sonradan dahil olan Chalfens'lerle üçgen tamamlanıyor. Güzelliğe Dair'de de hikaye Belsey'ler ve Kipps'ler arasındaki çekişme üzerinden ilerlerken Claire - Erksin çifti (özellikle Claire) hikayeyi çetrefil hale getiriyor. Ayrıca İkbal'ler ve Chalfens'ler arasındaki inanç-akıl ikileminin bir benzeri Belseyer ve Kipps'ler arasında da yaşanıyor.

Smith'in takip ettiği bir diğer tema da yabancı bir ülkede bulunma hali ve dindarlık. Bu iki temayı da siyahi Kipps ailesi üzerinden görüyoruz. Romanda dindar Kipps ailesi İngiltere'den Amerika'ya göçüyor ve ailenin babası Monty Kipps Boston'ın akademik ortamına dahil oluyor. Böylece romanın temel mekanı Boston'da bir kolej haline geliyor. Bu da ister istemez romanı yazmasının hemen öncesinde Harvard Üniversitesi'nde Radcliffe Institute For Advanced Study Fellow’a katılan Zadie Smith’in içinde bulunduğu ortamı romanına yansıttığını düşündürüyor. Smith'in romanında yansıttığı tipik bir kolej ortamı olmakla birlikte çizdiği akademisyen tipleri üzerinden burjuva ahlakını eleştiriyor. 

Kitabın temel konusu olan güzellik kavramına gelecek olursak; bence Zadie Smith birçok konuya değinmeye çalışırken ana konusunu yitiriyor. Yazarın güzellik kavramını birçok farklı boyutuyla ele almaya çalıştığı belli. Howard Besley ve Monty Kipps'in Rembrandt konusunda uzman olmaları güzellik kavramının  Rembrandt ve çağdaşlarının estetik algısı üzerinden değerlendirileceği beklentisini doğuruyor ancak 554 sayfa  boyunca  Howard Belsey'in verdiği birkaç ders dışında Rembrandt'a çok çok az değiniliyor. Bu derslerde dikkat çekilen birkaç öğrenci karakterin romanın geri kalanında ortadan kaybolması da cabası. Sanatsal açıdan (ve resim sanatı özelinde) güzellik kavramı daha çok Kiki Belsey ve Carlene Kipps'in sohbetlerinde göze çarpıyor. 

Yazar romanın bir kısmında edebiyatta güzel olanın peşine düşüyor ve Carl karakterini ortaya atıyor. Carl Spoken Word denen bir çeşit şiir-performans ustası. Öykünün bir yerinde üçgenin son köşesi şair- akademisyen Claire'in ilgisini çekerek onun şiir sınıfına katılıyor ve romanın temelindeki akademik çevreye dahil oluyor. Romanın belli bir kısmında Carl'ın şiirlerinin yarattığı sanatsal değer  ile estetik algı değerlendiriliyor ve şiir ile rap müziği kıyaslanıyor. Ancak hikayenin ilerleyen kısmında Carl'in şair tarafı yok ediliyor ve Carl genç kadınları birbirine düşüren ve insanların iç yüzünü ortaya çıkaran bir erkek olmaktan öteye gidemiyor.

Yazarın güzelliği ele aldığı noktalardan biri de fiziksel güzellik. Victoria Kipps romanın başından itibaren dillere destan bir güzellikle salınıyor sayfalar arasında. Öyle ki Victoria'nın güzelliği erkeklerde bir çaresizlik duygusu yaratmaya kadar uzanıyor, adeta dizginleri ele geçiriveriyor. Victoria'nın görünürdeki karşıtı . Howard-Kiki Belsey'in kızı Zora iken güzellik anlamında asıl karşılığı Kiki Belsey. Zira Victoria genel anlamda güzelliğin tüm ögelerine sahipken Kiki yıllar içinde formunu yitirmiş vücuduna rağmen kendine has bir güzelliği koruyor. Victoria'nın görünürdeki rakibesi Zora ise ortalama güzellikteki tüm kadınların yapacağını yapıyor ve Victoria'yla olan mücadelesini kendi güçlü alanına çekiyor; akademik başarıya. Ancak hayattakine benzer biçimde Victoria'nın fiziki güzelliği erkeklerde şehveti tetiklerken (ki bu noktada American Beauty'yi çağrıştırmıyor değil.) Zora'nın çabaları olsa olsa arkadaşlığı doğurabiliyor. 

Ancak yine de son sayfaya geldiğinizde 'güzelliğe dair' bir roman okuduğunuz hissine kapılmıyorsunuz.. Her adımda dallanıp budaklanan ve dağılan hikayeyi takip etmek oldukça güç. Ayrıca hikaye yer yer büyük sıçrayışlar yapıyor ancak okuyucuyu bu sıçrayışlara hazırlamakta yetersiz kalıyor. Karakterler kendilerini bir anda bambaşka durumlarda bulabiliyorlar ve okuyucu bu durumlara nasıl gelindiğini anlamakta güçlük çekiyor. Ayrıca karakter yaratma konusunda elini bol tutan Smith karakterlerini boyutlandırma konusunda zayıf kalıyor. Romanda en iyi boyutlandırılan karakterler; Kiki, Howard, Zora ve ( romanda epey az yer tutmasına rağmen) Carlene Kipps. Carl da başlangıçta ilginç bir portre çizerken sonlara doğru prototipleşmekten kurtulamıyor. Benzer şekilde Claire de umut vaad ediyor ancak onu da bir yerde yitiriyor ve bir daha bulamıyoruz. Belsey ailesinin oğulları Jerome (romanda çok zayıf bir yere sahip) ve Levi ile Monty Kipps ise tahmin edilebilir tipler çiziyorlar. Monty Kipps'in romanda yapılan burjuva ahlakı eleştirisi gereği daha iyi boyutlandırılmış olması gerektiği dikkat çekiyor. Viktoria Kipps ise başlı başına bir vak'a. Roman boyu Viktoria ile ilgili bir kanı oturtmak mümkün değil. Bu sayılanların dışında daha bir çok karakter bir görünüp bir kayboluyor ve birçoğu okuyucuda beklenti yaratıp sonrasında bu beklentiyi karşılamıyor.

Sonuç olarak  elimizde birçok konuya değinmeye çalışırken hepsinde bir şekilde yarım kalan ve kucağımıza bir yumak bırakıp kaçan bir roman var. Birçok açıdan İnci Gibi Dişler'e benzer, ancak genel olarak bütünlük duygusundan uzak ve okuyucuda bir tamamlanmışlık duygusu yaratamıyor. Yine de Zadie Smith'in bu romanı kaleme aldığı sıralarda henüz otuz yaşında olduğunu unutmamak ve Zadie Smith'i takip etmekten vazgeçmemek gerek.

Sevgiler,
E.

Güzelliğe Dair
Yazar. Zadie Smith
Çevirmen: Berna Kılınçer
Everest Yayınları
554 Sayfa