Akıl ve dürtü aynı kaynaktan doğar,
fakat bu kardeş oldukları manasına gelmez. Hatta akraba bile sayılmazlar çoğu
kere. Akıl ve dürtü ancak birbirlerinden pek hazzetmeyen fakat gidecek başka
yerleri de olmayan ev arkadaşları olabilirler ve beraber yaşamak zorunda
oldukları evleri de tam olarak bizim kafatasımızdır.
O. Henry Öykü Ödülü sahibi John Biguenet’in
kaleminden çıkan ve İşkencecinin Yamağı adı altında toplanmış öyküler tam da
akıl ve dürtünün kesiştiği yerde; zihnimizin karanlık oturma odasında geçiyor. Kahramanlarımızın
kimi yıllar yılı sinsi bir ur gibi büyümüş arzuları ile ahlaki değerleri arasında
sıkışmışken kimisi kişiliğinin altından dişlerini gösteren karanlık doğası ile
yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu öykülerde kahramanların ahlaklı, erdemli,
ışıltılı olmaları gerekmiyor. Bu öykülerde kahramanlar daha ziyade özlerindeki
dürtüleri ahlaklı ve erdemli olmak adına bastırmaya çalışan, dürtülerinin
yarattığı suçluluk duygusuyla yanan, tekinsiz kimseler. Karakterlerin hemen
hepsi kafataslarının içinde kendi işkencecileriyle yaşıyor ve bastırma çabaları
ve suçluluk duygularıyla kafataslarındaki işkencecinin birer yamağı
vaziyetindeler. Bu durum bana aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin adı
olan İşkencecinin Yamağı’nın bir üst başlık olarak seçilmesinin tesadüf
olmadığını düşündürüyor.
Kitap kimi uzun, kimi kısa on dört
öyküden oluşuyor. Kısa öykülerden olan “Gül” yazarına O. Henry Öykü Ödülü’nü
kazandırmış. Saplantılı bir özlemden yola çıkan bu öykü bir yönüyle de çok
anlaşılır ve naif olmayı başarıyor. Saplantılı durumlar yalnızca bu öyküye has
değil üstelik; isimsiz kahramanımız ne yapacağını bilemediği bir köle ile
boğuşup dururken genç avukat Lagarde aşkı ve estetiği bir çamaşır leğeninde
yıkanan minyatür bir kadında bulabiliyor. Gregory aşkı için omurgasını feda
ederken Mr. Anderson mezarlıktaki o akşamüstünü bir türlü aklından silip
atamıyor. Fakat eninde sonunda bütün karakterler ahlaki birtakım krizler
yaşıyor ve kendi ikilemleriyle boğuşuyorlar.
Öyküler yer yer başka müşterek
unsurlar da içeriyor. Öncelikle bütün baş karakterler erkek ve erkeksi bir dil
ve üslup hikayelerin geneline hakim. Bu durum ayrıca bütün olayların daha
ziyade erkeğin perspektifinden anlatılması sonucunu da doğuruyor. Kendi adıma
bu durumun beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Ancak kadın perspektifinden
öyküler de yer alsa seçkiyi zenginleştirir miydi, yoksa mevcut akışı bozar
mıydı, doğrusu emin olamıyorum. Bu erkeklerin bir kısmının ortak noktası ise
baba olmaları; Gül, Kızımla Öğle Yemeği, Baba Olmak ve Açık Perde çocuk sahibi
olmanın ( ya da olamamanın) türlü hallerini babaların gözünden önümüze sürüyor.
Öyküleri toplayabileceğimiz bir
diğer üst başlıksa din. Ham Ruh, Ben Yahudi Değilim ve İşkenceninin Yamağı
okuru inanç ile ahlak arasında kimi yüzyıllardır süren tartışmalara sürüklüyor.
Bir inanca sahip olmak, bir inanca
mensup olmak, bir inanca hizmet etmek ya da bir inançtan faydalanmak… Bunların
tümü de kahramanlarımız için geçerli. Basit bir adam vücudunda baş gösteren
yaralarla sahip olmadığı bir inancın bir tür peygamberine dönüşürken, kimileri
bir inancın mensubu olmadığı için sevinçle karışık bir utanç duyabiliyor ya da
bir işkenceci Tanrı’nın önde gelen bir hizmetkarı kabul edilebiliyor. ( Hele ki
mevzubahis birtakım zındıklara işkence etmekse!) Bu üç öykünün bir diğer
noktası ise inançlara savunucu değil, sorgulayıcı bir noktadan yaklaşması.
Öykülerin bir kısmıysa baş
karakterleri bakımından benzeşiyor; Benim Köle, Sanat Eseri, Gregory’nin Kaderi
ve Hadi Yap öykülerinin baş karakterleri arzuları, duyguları, dürtüleri ile ahlaki değerleri, mantıkları, sosyal
konumları arasında sıkışmış genç adamlar. Bu genç adamların çoğu sefer arzuyu ahlaka ve duyguyu mantığa
değişirken sosyal konumları konusunda bu kadar esnek olamıyorlar. Fakat asıl
şaşırtıcı olan arzuları ve duyguları doğrultusunda hareket etmelerinin bir
biçimde sosyal konumlarında iyileşmeye sebep oluşu.
Kitapta yer alan son öykü olan Bir
Daha Görünmezler baş karakterinin de bir öykücü oluşu sebebiyle en çok
dikkatimi çeken öykü oldu. Bu öykü genel yapısı ve yarattığı duygu itibariyle
kitaptaki diğer öykülerden farklılaşıyor ve nedense yazarın kendi yaşamından
bir anıyı biz okurlara sunduğu hissi doğuruyor. Bir öykü anlatıcısının
kendisine öykü anlatmayı öğreten adama, babasına duyduğu derin özlem her satıra
sinmiş durumda. Diğer on üç öykünün ardından duygu yoğunluğu yüksek bu öykü aynı
zamanda bir kreşendo etkisi yaratıyor ve okura güçlü bir final hissi yaşatıyor.
Geneli itibariyle her biri birer
mikro-roman sayılabilecek on dört güzel öyküden oluşan İşkencecinin Yamağı
özellikle öykü okumaktan hoşlananlar için çok doğru bir seçim. Gizemli, çekici
ve tekinsiz…
İşkencecinin Yamağı
Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık
Nisan 2014, 233 syf.
Bu yazı sabitfikir.com adresinde yayınlanmıştır.





