1 Kasım 2014 Cumartesi

Monolog

Bu öyküyü Moda Sahnesi'nde Roberto Zucco'yu izledikten sonra oyunun Rafine Bayan ve Zucco sahnesinden esinlenerek, otobüste yazdım. Haliyle kafamın içinde konuşan iki kişi oyunun Rafine Bayan'ı Hülya Gülşen ve Zucco'su İnan Ulaş Torun'dur. Neden yazdım, ne anlatmaya çalışıyordum ben de çok emin değilim. Yazmış bulundum diyelim.

Koltes'in Rafine Bayan'ına ve Küçük Kız'a...


Genç adam eski bir tren istasyonunun ortasında bir banka oturmuş, elinde tuttuğu kitabın sayfalarına dalıp gitmişti. Dünyaya karşı ilgisizdi. Öyle ki biraz evvel yanına oturan kadını fark etmemişti bile. Kadın bankın diğer ucuna oturmuş, ellerini kucağına bırakmış, bacaklarını çaprazlamıştı. Dünyaya karşı fazlasıyla ilgiliydi. Öyle ki gar lokantasından gelen kokuları hemen duymuş, rayların arasında biten ayrık otunu hemen fark etmişti. Bankın öbür ucunda oturan genç adamın da farkındaydı elbette. Bir müddet sustu; sonra birdenbire, dümdüz karşıya bakarak, sanki kendiyle konuşur gibi konuşmaya başladı. 

"Biliyor musunuz, bugün kızımı öldürdüm."

"Anlamadım?"

"Bugün diyorum, kızımı öldürdüm. Ben bugün kızımı öldürdüm."

"Ne, nasıl?!"

"Bence sizin içinizde de vahşi bir taraf var. Bakın; neden değil, nasıl öldürdüğümü soruyorsunuz evvela."

"Hanımefendi, saçmalamayın, neden bahsediyorsunuz?"

"Ben diyorum, bugün kızımı öldürdüm. Ellerimle boğdum onu. Bir yastık da kullanabilirdim gerçi, belki böylesi daha kolay olurdu. Ama ben ellerimle boğdum onu. Çünkü avucumda atan nabzını duymam gerekirdi."

"Bunu bana neden anlatıyorsunuz?!"

"Çünkü bilmenizi istiyorum. Bilinsin istiyorum."

Kadın bu sözden sonra sustu. Genç adam neden kalkıp gidemediğini bilmiyordu. Korkmuş muydu? Neden? Belki de bilmek istiyordu.

"Biliyor musunuz, ben evlendiğimde bakire değildim. Ama kocamın koynuna girerken jiletle orama boydan boya, incecik bir kesik attım. Biraz canım yandı ama o hiçbir şey fark etmedi. Beni kız sandı. Ama ben bakire değildim. Gerçi kimseyle sevişmişliğim de yoktu; kendi kendimi bozdum ben, parmağımla. Neden yaptım bunu, biliyor musunuz?"

"Bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bana neden anlatıyorsunuz bunları?!"

"Çünkü aslında için için merak ettiğinizi biliyorum. Ne o, beni aptal mı sandınız yoksa? Bunu yaptım, çünkü annem bir kızın evlenene kadar kız kalması gerektiğini söylerdi hep. Kızlık çok önemliydi. Bana verilmiş değerli bir emanetti sanki. Ben bu değerli emaneti sanırım babamdan almıştım ve zamanı gelince de kocama verecektim. Bakın, bu basit bir öfke patlaması ya da otoriteye karşı çıkmak için saçmasapan bir çaba değildi, anlıyor musunuz? Ben bunu tanımadığım bir adama, ne bileyim, bir kamyoncuya filan da verebilirdim, anlıyor musunuz? Peki neden vermedim?"

"Neden?"

"Çünkü eğer bu kadar kıymetliyse benim olsun istedim. Bu yüzden de kendi parmağımı kullandım. Ben kızlığımı kendime verdim, anlıyor musunuz? Şu iki parmağımı yan yana tutup içime iyice soktum. Canım çok yandı, parmaklarım hep kan oldu. Bunu bugüne kadar kimseye anlatmamıştım, ilk size anlatıyorum. Kimsenin haberi olmayınca kıymetli bir şeye sahip olmanın da bir manası kalmıyor, biliyor musunuz. Hem kocam onu zaten kendinin sanıyordu."

Hanımefendi, bakın, ben burada treni bekliyorum. Geldiği vakit binip çok uzaklara gideceğim. Beni rahat bırakın."

"Ben de treni bekliyorum, ben de çok uzaklara gideceğim, ne tesadüf! Belki birlikte gideriz çok uzaklara, ne dersiniz? Yolda birbirimize arkadaşlık ederiz, canımız sıkılmaz."

"Hanımefendi, ben sizden kurtulamayacak mıyım?" 

"Anlattıklarım bitince belki, hem daha oğlumu nasıl öldürdüğümü anlatmadım size. Sizi gibi vahşi yaradılışlı birinin beğeneceği türden bir hikaye."

"Oğlunuzu da mı öldürdünüz?!"

"Evet oğlumu da öldürdüm. Çünkü onu askere çağırmışlardı. Benim oğlumdu o, tabii ki sınırın ötesinde birtakım tuhaf adamların insafına bırakamazdım. Onu kendi insafıma bıraktım. Büyüyüp kendine başka bir kadın bulmuş olsa onu öldürmeyecektim. Sahip olduklarımız gün gelir bize sahip olurmuş, bunu bir filmde duymuştum. Dandik bir laf bence. Oğlum başka bir kadın bulup ona sahip olsaydı böyle bir sorunumuz olmazdı. Ama onu askere çağırdılar, ne yapsaydım yani? Zaten bu canına yandığımın ülkesinde her yerde, her zaman savaş var. Bazen kendimi savaş esiri gibi hissediyorum bu yüzden. Her yere gidebilirim ama pek o kadar da gidemem. Halbuki benim oğlum özgür, o nereye isterse gidebilir."

"Gidebilirdi demek istediniz sanırım?"

"Hayır. Ama artık gidebilir. Ölmeseydi onu askere gönderecektim ve o yine ölecekti. O yine ölecekti ama ölüm tanımadığı birinden gelecekti. Benim hiçbir zaman fazlasında gözüm olmamıştır ama benim olana el uzatılmasına da izin veremem, anlıyor musunuz? Benim olana kimse el uzatamaz, buna izin vermem, bunlar sınırın öte tarafında ya da hayal dahi edemeyeceğim kadar uzak yerlerdeki birtakım tuhaf adamlar da olsa."

"Kızınızı da bu yüzden mi öldürdünüz? Ona sizden başkası sahip olmasın diye?"

"Hah şöyle! İşte şimdi adamakıllı konuşmaya başladık."

"Soruma cevap vermediniz; kızınızı nasıl öldürdüğünüzü anlattınız, fakat neden öldürdüğünüzü anlatmadınız."

"Hani merak etmiyordunuz?"

"Şimdi ediyorum.”

“Peki öyleyse, beni iyi dinleyin; ben kızımı tarih kendini tekrar etmesin diye öldürdüm. Onu bir uzantım olarak gördüğüm için değil, öyle olmadığından emin olmak için öldürdüm. O daha karnımdayken, aramızdaki o göbek bağı koparılmamışken bile benden bağımsız atan bir kalbi vardı onun. O kalp hala yerinde mi, hala atıyor mu görmek için öldürdüm. Atan nabzını avucumda duymak istedim, sadece biraz fazla sıkmışım. Yaşasa babasının kütüğünden çıkıp kocasının kütüğüne yazılacaktı. Babasından aldığı kıymetli emaneti kocasına taşıyan bir tepsi olacaktı hepi topu. Ben kızımın özgür olduğundan emin olmak istedim.”

“Siz gerçekten çok garip bir kadınsınız.”

“Garip değil, size göre garip şeyler yapmış bir kadınım. Fakat siz de bir alemsiniz. Söz gelimi, şu okuduğunuz kitapta da yok mu böyle şeyler? Analar evlatlarını öldürüyor, kocalar karılarını, abiler kız kardeşlerini. Hatta Kabil bile kardeşi Habil’i öldürmüştür, ölmek ve öldürmek doğamızda var bizim. Ben de belki doğama uygun hareket ettim, aman canım, zaten o iki küçük sıçanı da pek sevmezdim.”

Genç adamın gözleri yuvalarında şaşkınlıkla büyüdü.

“Şaka canım şaka! Bakın, tren geliyor. Acele edin, kaçırmayın. Ben sanırım bir müddet daha oturacağım burada. Size yol arkadaşlığı edemeyeceğim, üzgünüm. Kendinize iyi bakın.

Genç adam oturduğu yerden kalktı, okuduğu kitabı ceketinin cebine soktu. İleri doğru bir adım attı, sonra kadına döndü.

“Gitmeden size bir şey sormak istiyorum, lütfen bu soruma dürütlükle cevap verin.”

“Tabii.”

“Bütün bunları bana niye anlattınız?”

“Gerçek olsun diye.”

“Teşekkür ederim.”

Genç adam döndü. Trene doğru yürümeye başladı. Parmaklarıyla cebindeki kitabı yokladı. Geriye dönüp bakmadı, ta ki kadın oturduğu yerden ona seslenene kadar.

“Genç adam! Fakat lütfen unutmayın; şu hayatta hiçbir gerçek yoktur ki insanlarca manipüle edilmiş olmasın!”

Genç adam ayağını lokomotifin basamağına atarken gülümsedi. Cebindeki kitabın saman kağıdı sayfalarına parmak uçlarıyla dokundu. İşte sonunda bir öykünün kahramanı olmayı becermişti. Keyiflendi. Öyküler ancak onları yaşamaya gönüllü olanların başından gelip geçiyordu.