Hayat kısa ve hafif bir şeydir. Ve Roberto Zucco da seçilmemişlerin atası. Hiçbir yarışta birinci gelmemiştir o. Ya da dalaşmamıştır hiç kimseyle. Örneğin bir kavgada burnu kırılmamıştır hiç. Ya da, ne bileyim, dudağı filan patlamamıştır o güne dek. Hissizlik hastalığından muzdariptir bir yanılsamalar dünyasında. Kanla, etle, tükürükle ya da meniyle gerçek bir şeyler arar durur. Atan bir nabız, kesik bir soluk, kasılan bacaklar, gevşeyen bacaklar. Elinin altında bir sıcaklık, dümdüz çizgisinde bir sıçrama peşindedir. Gerçeğin peşindedir Zucco. Bu koca evrende bulunmaya, bilinmeye değer tek gerçeğin. Siz buna ister hayatın anlamı deyin, ister yaşamın amacı; o bilinmeye, bulunmaya değer tek gerçeğin peşindedir her daim. Bir tane bulsa yetecektir, bir tanecik. Oysa böyle bir gerçek Afrika'da karlar altında buz tutmuş bir göl kadar imkansızdır ve beyaz gergedan diye bir şey yoktur. Öyle mi sahiden?Hayat gerçekten de kısa ve hafif bir şey. Son bir-iki yılda tiyatronun da öyle olduğunu düşünmeye başladım. Tiyatro gerçekte sosyo-politik bir araç mı, yoksa oyun oynamanın kendi değerini korumamız mı gerek? Bana sorarsanız ikincisi, çünkü başta oyun oynamanın kendisinin politik olduğu görüşündeyim. Peki oyun neden politiktir? Çünkü oyun oynayan iktidarı yadsımaz, onu ciddiye almadığını gösterir. Ve bu tavır iktidar karşısında gösterilebilecek en cesur tavırdır. Moda Sahnesi'ni bir bakıma bu yüzden seviyorum; oyunu elden bırakmıyorlar. Bu tavır 2014-2015 sezonunun yeni oyunu Roberto Zucco için de geçerli.
Var olanı kopya etmektense kendi gerçekliğini yaratan bir anlayışla kuruluyor bütün oyun. Bu tam da Zucco'nun gerçeği arayan tavrına denk düşüyor. Geçen sezon Hamlet'te gördüğümüz oyuncuların birden fazla karakter canlandırması durumu Zucco'da da devam ediyor. Bu durum oyuncuların oyunun her anında sahnede kalmasını sağlıyor ki bunun oyuncuların konsantrasyonuna etkisi büyük. Tek karakter canlandıran tek oyuncu oyunun Roberto Zucco'su İnan Ulaş Torun ki o da Zucco'nun dahil olmadığı sahnelerde sahne kenarında oturup bekliyor ve seyircilerle beraber oyunu izlemeye koyuluyor. Bu noktada söylemeliyim ki onun sahne kenarında otururken verdiği insanı tepkiler, örneğin komik bulduğu şeye gülmesi, çok hoşuma gitti ve sahnedekinin oyuncu olmanın ötesinde bir insan olduğunu seyirciye hatırlattı. Gerçekten de sahnede izleyicisine tepeden bakan ve pek ciddi tiyatrosuyla meşgul aktörler değil, oyun oynamayı meslek olarak benimsemiş ve oynadığı bu oyuna sizi de dahil etmek isteyen insanlar vardı.
Söylemek isterim ki İnan Ulaş Torun sahne kenarında ne kadar iyi bir insansa oyunda o kadar iyi bir Roberto Zucco olmuş. Ne Zucco'nun sadece bir katil değil, gerçeğin peşinde bir insan olduğunu unutmamıza ne de Zucco'yu bir an olsun, en günahsıza yönelen cinayetinde bile, canavarlaştırıp kurtulmamıza izin vermiyor. Çünkü suçu Zucco'ya yüklemek enikonu kolaya kaçmak olur. Ve bu kolaycılığa kaçacak olursak oyundan bize ucuz bir katharsisten başka bir şey kalmaz. O yüzden siz siz olun, bu kolaylık tuzağına düşmeyin. Öte yandan Zucco'yu kahramanlaştırmak da ayrı bir tuzağa düşmek olur. İnan Ulaş Torun'un Zucco'suyla biz bu tuzağa da düşmüyoruz.
Sahnede İnan Ulaş Torun'a eşlik eden yedi oyuncudan bahsetmek isterim şimdi de size; Hülya Gülşen, Murat Tüzün, Ezgi Coşkun, Deniz Elmas, Çağlar Yalçınkaya ve Onur Uysal'dan. Eğer tiyatro bir takım çalışmasıyla sahiden sahnede yanımda tam da böyle bir takım olsun isterdim. Hülya Gülşen ve Murat Tüzün deneyimlerini sahneye taşırken Ezgi Coşkun büründüğü her rolü köpürtüyor. Denebilir ki hem en komik, hem en acıklı roller onun payına düşmüş ve ortalığı kahkahaya boğduğu anlarda bile karakterlerin asıl trajedilerini muhafaza etmeyi biliyor. Ayrıca oyunun tertemiz çevirisi de Ezgi Coşkun'a ait. Deniz Elmas ise Ortadoğu ve Balkanlar'ın şirinlik şampiyonu adeta; asıl yaptığının iktidara başkaldırmak değil, iktidarı babadan alıp kocaya vermek olduğunun farkında olmayan bir küçücük kız çocuğu. Zucco'nun insanları içinde en temiz ve belki de en mahsunu. Çağlar Yalçınkaya iktidarın yapış yapış ve yavşak taraflarını kendi üzerine toplayarak oradan bir abi karakteri doğurmuş. Acılar acı değil bu dünyada, kızlar kadın olmakla tedavüle giriyor. Erkek söylem her yerde, ama her yerde işine geleni söylemeyi biliyor. Onur Uysal'a gelecek olursak o olması beklenen yerde bitiveren bir joker misali bu oyunda. Uzun lafın kısası tüm oyuncular kendi yarattıkları bu gerçekliğin içinde yerli yerindeler.
Olan biten her şeyin bir oyundan ibaret olduğu algısı sahne ve ışık tasarımına da yansımış. Sahne ve ışık tasarımı da bu algıyı destekler nitelikte. Temeli iki kara tahta ve bu tahtalar arasına gerilmiş bir askı olan dekoru oyuncular adeta bir duyuru panosu olarak kullanıyor. Bu kara tahtalara yazılan sahne isimleri ve mekanlar sayesinde izleyicinin zihninde bir mekan yaratmasına ve bunu sahneye adapte etmesinde imkan sağlanıyor. Gelin biz buna hayal gücüne dayanan, kişiye özel bir sahne tasarımı diyelim! Işık tasarımı da gerek sahne tasarımını, gerekse oyuncuları mükemmelen destekliyor. Bu noktada ortaklıkları uzun yıllara dayanan ve bu ortaklığın meyvelerini bize ikram eden iki ismi anmak gerek: Sahne tasarımında Bengi Günay ve ışık tasarımında İrfan Varlı. Bu iki ismin yaratıcılıkları genç yönetmen Bay KA'nın dünyasıyla buluşunca, deyim yerindeyse, voltranı oluşturuyorlar.
Son olarak, bana öyle geliyor ki, genç yönetmen Bay KA'nın bu oyuna yaklaşımını tek cümlede özetleyebilirim: Günümüzde hiçbir trajedi yok ki trajikomik olmasın.
Siz siz olun, beyaz gergedanı takip edin!
İyi seyirler.
www.modasahnesi.com